İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Âkif’in 14. ölüm yılı dolayısiyle Dr. Fethi Tevetoğlu’nun 27 Aralık 1950 gecesi Ankara radyosunda yaptığı konuşmadır.
Aziz dinleyenlerim;
Bu akşam sizlere, Âkif adlı o büyük Türk evlâdının çok az fâniye nasib olur, çile dolu şerefli hayatını, şiirin ilâhî mertebesine ulaşmış yüce san’atını değil, yalnız aramızda geçen en son gününü anlatacağım:
Tam 14 yıl önce bugün, daha sabahın çok erken saatinde, gökyüzü o kadar kapalı, hava o kadar ıslak ve sıkıntılı idi ki, her uyanan insan bir karahaber alacağını hissedebilirdi. Nitekim umulan başa gelmişti:
Ulu Türk milletinin, ulu ruhundan, ulu Tanrı katına yükselen ulu mısraların, ulu sahibi, yarın şehid olmuş ileriye, dünki şehitlerin diyarına sefere çıkıyordu…
Bu karanlık gün, Türk vatanı ve milleti için ne kadar kasvetli ise, bu vatanda bütün ümidlerin bağlı bulunduğu vefalı, vakur, vatansever Türk gençliğinin, çileli, üzüntülü o büyük yolcuya gösterdiği kadirbirlikten ötürü, Âkif için son derece mutlu bir gündü.
Herkes emindi ki, dünya var oldukça yaşayacak Türk milletinin arslanları. İstiklâl Marşımızı iyman dolu göğüslerinden sık sık arşa yükselteceklerdir ve ölen fâni Âkif, ebediyyen yaşayacak ölmez Âkiftir.
Buna rağmen, şu anda da iztirap ve heyecaniyle kavrulduğum, târifi imkânsız bir acı içimizi doldurmuş, kalplerimizi burmuştu.
Bağışlanmaz bir ihmalin örtüsüz, çıplak tabutu içinde yatan dev cüsseli o pehlivan insanı, koca Âkif’i, vasiyetine uyup otomobille değil, omuzumuzda taşıyarak, tâ Mısır Apartımanından Beyazıt Camiine kadar getirdiğimiz vakit, içlerinde, hatırlıyabildiğim Dr. Bayburtlu Zeki, Dr. Maraşlı Aptullah gibi iki Tıbbiyeli ve rahmetli İsmail Saib Hocanın torunu Muhtar Sencer gibi bir Hukuklu olmak üzere üç arkadaşımın da bulunduğu 11 kişi, musallada yatan bu belirsiz cenazenin, Türk milletinin istiklâlini haykıran ebedî insana ait olduğunu yaymak üzere Fakültelere dağıldık.
Musallada, tıpkı savaş meydanlarında adı belirsiz yatanlar gibi sahipsiz duran. Temiz Tahir Efendi’nin temiz oğlu Âkif bekliyordu.
İlahî bir merkeze, ilahî bir akın başladı: 11 kişi gitmiş, onbin kişi olmuştuk. Onu 11 âşık getirmiştik, onbin sevdalı götürüyorduk…
Altın simle işlenmiş âyetlerle süslü neftî atlaslarla örtülen o fakir tabut, üzerine bir de büyük Türk bayrağı konulunca içi kadar değerlenmişti.
Tipi altında ağır, ağır yürüyen on binler. O’nu asla eller üstünden omuzlara indirmediler. Tam kabristanın kapısına gelmiştik. Boyları birbirine denk on levend arkadaş ayrıldık. Kapıdan toprağa kadar O ilahî tabutu hiç el değdirmeden, yalnız başlarımız üstünde getirdik.
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim:
Ne saadet! Hani? Ondan bile mahrumum ben.
Daha bir müddet eminim bu hayatın yükünü
Dizlerim titreyerek çekmeğe mahkûmum ben.
Çöz de, Yârâb, yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme nihayet bir avuç toprağını…
Onu toprağa vermeden bir heykeltıraşla birlikte kefenini çözdük. İleride yapılacak heykel veya büstü için yüzünün kalıbı alınacaktı. Sağ dudağının kenarından sızmış kanın, çenesine doğru, sakalını tezyin etmiş olduğunu gördük.
O anda, bende bir fikir belirdi ve içimden bir ses, O’nun bir beytini bana, vatan kelimesi bayrakla değişmiş olarak şöyle okudu:
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüda
Tek bayrağımdan etmesin, beni dünyada cüda…
Şehit Âkif’i şüheda katına beyaz kefene değil, vurgunu olduğu alsancağa sarıp yolcu etmek ve öylece O’nu bütün fânilerden ayırmak…
Bütün bir milletin arzusu olan bu fikirle, ebediyen yolcusunu en sevdiği bayrakla sardım, en sevdiği toprağa ve en sevdiklerinin katına uğurladım.
Şimdi dudaklar kıpırdamadan gözler boşanıyor ve söz yerine hıçkırıklarla Âkifin en yakın dostları ve Âkifi en çok seven gençler bir bir konuşuyorlardı. O’na en son hitabeden, hasta döşeğinde alnından öptüğü asker oğlu oldu.
Dini, ahlâkî ve sosyal kemâl için mutlak bir âmil olarak gören ve üstün ahlâkı, yüksek seciyesiyle, bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi değil, salâbetini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada daima muhafaza eden bir granit olan, inanan, inandığından dönmeyen ve öyle ölen bu eşsiz karakter adamı; gençliğin göğsünde sarsılmaz bir cephe yaratarak toprak olmuştur.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa; çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa.
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar.
Değil mi cephemizin sinesinde iyman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi ortada bir siyne çarpıyor… Yılmaz!
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz…
Büyük milletin, büyük marşını yazan, Çanakkale şehitlerine koca bir milletin borçlu olduğu âbidesi tek başına kuran örnek sanatkârın kendisi, o sade hayatiyle, en canlı bir tevazu’ âbidesi idi.
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler, şu heylâyı da ergeç silecektir!
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim… Beni nerden bilecektir?
demişti… O’nu dünyasından, tevazuun koynundan almış, ihtişamın, ebedî hazinemizin koynuna koymuştuk. O, gün, son olarak Âkifin mezarını gençliğin yaptırması fikrim kararlaştırıldı. İki yıl sonra başardığımız bu kararla, toprağın üstüne mermer bir nişan koyduk. Gelen nesiller, bu taşın altındaki toprağın bayrağa sarılı eşsiz fânî Âkif olduğunu bilecek ve milletimizin İstiklâl Marşı şairine bu noktada minnetle eğileceklerdi.
14 gün kadar taze… 14 yıl geçmiş. Azizi Türk şehitlerini tarihlere gömüp sığdıramıyan aziz şair! Nûr içinde yattığı ebedî vatanında çoktan toprak oldun. O gün de sana en son şu beytini söylemiştim:
En sevdiğin âşık seni koynunda uyuttu,
Âkif, vatanın toprağı oldun, bu ne mutlu
Fethi Tevetoğlu, Sebilürreşad Mecmuası, s.97, 1951
İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİ MEHMED AKİF HAKKINDA -1-
Geçen gün “Yeni Sabah” da (İstiklâl Marşı değişebilir mi?) başlığı altında, Akifin lehindeki bazı sözler toplanıp neşredilmişti. Milletlerin istiklâlleri tehlikeye düşmüş bir mevsimde olduğumuz için istiklâlimize dair millî bir heyecan teranemiz olan marşın bahis mevzuu edilmesi ve içtimaî ruhtaki istiklâl hazzının tazelenmesi yolunda yapılan şu neşriyat, her halde, boşuna bir gayret değildir.
Milli marşları bile nasıl başlar: "Doçlan doçlan über alles:' Yani bizim millet en üstündür dimeye getiriyor. Bir de bizi al.
Bu böyle de bunlar entipüften bir millet mi? Haşa. Bunlar tarihte zorlu devletler gurmuşlar, zorlu ordular gurmuşlar, zorlu sanayi gurmuşlar.
İstiklal marşı, bir kere marş olarak yazılmamıştır...
Bir millî marşa olan ihtiyacımız etrafında yaptığımız neşriyat, şehrimiz musiki âleminde ve Darülfünun muhitinde derin akisler uyandırmıştır.
"Böyle söylenen milli marş olmaz."
Bütün milli maçlarda olduğu gibi, hafta ortasındaki Romanya maçında da, eğer saha kenarında ya da ekran önünde idiyseniz...
ENKAZ YIĞINLARI ALTINDAN YÜKSELEN İSTİKLÂL MARŞI
Muallimi, çocuğa ölürken bile İstiklâl marşı söylenmesi lâzım geldiğini öğretmişti, çocuk hocasının sözünü dinledi ve sesini duyanlar...
Yaşar Çağbayır - İstiklâl Marşı'nın Tahlili
Eylül 1920 günü, ortalık ağarırken ilerleyen süvarilerimiz, yükselen güneşin tatlı ışığı altında İzmir’i bir tablo gibi gördüler. 2. Süvari Tümeni, Alsancak ve
Ama ne yazık! Ne de olsa gerçek bir Doğu'lu sayılmam. Düşüncelerim uyumamı önlüyor. Bir yığın insanı, zehirli gaz saldırısından sonra çalıştığım hastaneye getirildikleri günlerden beri, hiç bu kadar şiddetli öksürükler korosu dinlememiştim.
Nihad Sami Banarlı: "Türk İstiklâl Marşı, şiir kalitesi ve söyleyiş güzelliği bakımından, yeryüzündeki millî marşların hiç birisiyle ölçülemiyecek kadar üstün ve derin mânâlı bir şiirdir."
SÖZE merhum Süleyman Nazif'in bir makalesini hatırlayarak başlıyacağım. Milli iftihar ve ıztıraplarmızla yuğrulmuş, canlı ve ateşli nesirleriyle Süleyman Nazif,


