Türk değilim demenin suç mu, günah mı, cürüm mü, kabahat mi olduğunu anlamağa çalışırken Türküm demenin de bir marifet olmadığına akıl erdirmek gerek. Ne dersek diyelim özümüzü sözümüze katmağa lâyık olmamız gerekiyor. Bu meyanda elbet Türklüğe liyakat mümkündür. Bu da ancak insanın kendindeki aceleci, cimri, nankör hususiyetleri fark edip ıslah olma istikametinde yön tutuşuyla mümkündür. Tarihin bir çağında bu yön tutma saikiyle Türk olunduğunu anlamak dünyaya zebun olmaktan kurtuluşa, eşyayı süslü ve parlak görmekten vazgeçmeğe methaldir.
Bu belli, çağıyla belirlenmiş bir karakterde uzlaşmış insan topluluğuna mensubiyet anlamında Türk olmak insana Türk haricindeki kavimlerin milliyet hususunda uğradıkları âlemşümul yanılsamadan arınma başarısı getirir. Başarısızlar elbette var. Modernlik öncesi ve sonrasında başarısızlar hep oldu. Hiçbirimiz anamızın karnından üstün karakterin temsilcisi bir başarılı zat olarak doğmadık. Bu yüzden başarısızların Türk değilim demelerini hayretle karşılamayız. Onları hoş görme ahmaklığına ise asla düşmeyiz. Dahası var: Başarısızların Türk değilim demelerini hayretle karşılamaz oluşumuz bizi ne başarısızlığı mükâfatlandıran aymazlık içine daldıracak, ne de Türk değilim diyenleri mükâfatlandıranların hak ettikleri cezayı geciktirme havalarına sokacaktır. Suyun bulandırılmış olması bizi açlığımızı giderecek balığı avlama amelinden alıkoymayacak.
Birisi, birileri Türklüğü bana sana altın tepside sunacak değil. Vaziyet ne kadar tuhaf, ne kadar can sıkıcı görünürse görünsün amellerimizin ecrini niyetlerimize göre alacağımıza inanıyorsak ve niyetimiz var olduğunca ömrümüzü emr-i b’il ma’ruf, nehy-i ani’l-münker istikametinde geçirmek ise; mecburuz bulanık suda balık avlamağa. Doğru davranmak için, yanlışı terk etmek için bize yarar balığını bulmağa icbar edildiğimiz suyun berraklaşmasını bekleyemeyiz. Doğru davranma kıvamını tutturabilmek için keyfimize halel getirmeyecek şartların doğması hayalini kafamızdan geçiriyorsak ahlâkı askıya almışızdır. Her cismi, her ismi de, cismimizi de ismimizi de yaratan Allah’tır. Hilkatte kusur yoktur. Allah kimsenin sırtına kaldıramayacağı yükü sarmaz. Kur’an bir yere ve bir vakte boşuna inmedi. Biz belli bir yerde ve belli bir vakitte boşuna yaratılmadık. İşimiz mevcudiyetimizin yaratıldığı yer ve zamana münasip yaratılmıştır.
Akıl nakle rehberlik edemez. Her ne kadar insan oluşumuzun açıklaması yaratılmışların en şereflisi tarzında yapılsa da yaratılışın ve Yaratıcının sırrını çözmek ne bizim, ne de yaratılmış bir başkasının üzerine vazifedir. Giderek hilkatte kusur bulmakla şeytanlaşmağa başlanılan yere varmış olacağız. Hilkatte kusur bulduğun an kendini Allah yerine koymuş olursun. Biz yaratılma mevzuunun malzemesi olanlar için işitmek ve itaat etmekten başka vazife yok. Ne apaçık ise onu işitecek, ne besbelli ise ona itaat edeceğiz. Vazifemizi yerine getirmekten kaytarmağa bahane uydurmayalım. Kaytarıcı tavrımıza ne avlandığımız suyun bulanıklık derecesi, ne de tutmak istediğimiz balığın cesameti mazeret teşkil edecektir. Bile isteye giriştiğimiz çabada sebat etmeğe, ondan yan çizmemeğe mecburuz. İnsana hilkaten kirlenmiş bilinçleri arındırma gücü verilmiş değildir. Hidayete erdirici de, yoldan saptırıcı da Allah’tır. Kâinata çekilip çevrilme canlılığı veren yalnızca Allah’tır. İnsanın bu hadiseye dahli ise sadece duasıyla olur. Bize mesuliyet yükleyen hayra mı, şerre mi dua ettiğimizdir. Dünya başka bir mahlûka değil, insana musahhar kılınmış, buna mukabil ve bununla birlikte insan bilinçteki kire rıza göstermeyerek ahlâkını yükselteceği müjdesiyle taltif edilmiştir. Yani düzeltirsem sözünü düzelirsem sözünden önce söylediğimizde kendimizi başarısızlığa mahkûm etmiş olacağız. Kendine hayrı dokunmayanın bir başkasına fayda sağlaması mümkün değil. İslâm, iman, ihsan… Sırayı şaşırmayalım.
Şaşmak, şaşırmak, sapıtmak üzerimize vazife olmayan işlere karışmanın neticesi olduğu kadar sebebidir de. Bu bahse taalluk ettiği kadarıyla kâfirler Tanrı’nın varlığına birçok delil getirme zevkine dalmış gitmişler, imanı bir ikna meselesi şekline getirmekle her türlü nifakın zeminini pekiştirmişlerdir. Sözü edilen delillerden başlıca ikisi “ontological (varlıkbilimsel) argument” ve “cosmological (evrenbilimsel) argument ibareleriyle anılır. Biz Müslümanlar kendimizi ne bir Tanrı’nın varlığı ve ne de o Tanrı’nın Allah olduğu meselesiyle meşgul etmekle mükellefiz. Eğer kafamızda kâfir teologisine dair fikirler dönmekte ise; buna sebep İslâm’ı itikadî bir zenginlik olarak kavramaktan uzak tutuluşumuz ve giderek itikadî zenginlik kavramından mahrum bırakılışımızdır. İslâm’ı şifa olarak fark etme yolu kendi yarasından haberdar olmayana kapalı tutulmuştur.
İsmet Özel, 14 Eylül 2014
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Enkaz… Nedir enkaz? Müslümanların arz üzerinde istikamet üzere yürüyüşlerinin en şedit maniası olagelmiş enkaz neden, nelerden müteşekkildir? Müslümanlığı arz üzerinde mer’i kılan şeyin aynı zamanda Müslüman kimliği gayri-Müslim kimlikten ayıran şey olduğunu reddetmenin getirdiği maddi ve ruhi yıkım İslâm tarihi boyunca karşımıza çıkan enkaz olarak teşhis edilebilir. Tarihte ve hassaten Müslümanların zamanı ve vakti hemhal kıldığı İslâm tarihinde İslâm’ın dinlerden bir din olmadığı, Allah katındaki yegâne din olduğunu Türklük bizzat sahneye çıkarak apaçık anlatmıştır. Tarihe bakan herkes biz Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla hiçbir asırda aynı tarafta mekân tutmadığını, aynı kümede, sözümona semavi dinlerin teşkil ettiği küme içinde yer almadığını görebilir.
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım
İçinden geçirildiğimiz karantinalı günlerin kırkı çıktığına göre üzerine konuşabilir, gücümüz yettiğince adını koyabiliriz. Kâfirlerin cenneti, Mü’minlerin zindanı bu dünyada cereyan eden katakulli, düzenbazlık, dolandırıcılık ve yalanların aslını öğrenmek bunların hiçbir etki uyandırmayacağı zamanlara kalır.
Modernlik dünyada bulunup bulunmadığımız hususunda şüpheye düşmemizle başlar. Modern düşüncenin fitilini ateşleyen Descartes şüpheyi ortadan kaldıran kişinin adı olarak bilinir. Onun verdiği cogito ergo sum hükmü hayatımızı müşahhas hale getirdi. Müşahhas demek şahıs haline girmiş demek.
Kâfiri küfründen ne Tanrı’ya inanıyor oluşu, ne de bir Tanrı’ya ibadeti yüceltişi arındırır. Biz insanların küfürden arınmaları hadisesine emanete hıyanet edip etmeyişleri zaviyesinden bakarız. Bu hakikatin üzerine Resul-i Ekrem’in irtihaliyle bir gölge düşmüş, Hulefa-i Raşidin dönemi müminlerin bu gölgeyi yok etme çırpınışlarıyla geçmiş ve nihayet çok çeşitli sebebe binaen Müslümanlaşmış insan yığınlarına “dünyaya uyma” hali galip gelmiştir. Allah katındaki dinin imtiyazı ahiret yurdunu tercih eden kaç kişi kaldıysa onların eline bırakıldı.
İstiklâl Marşı ve derneği Türkiye aleyhine üretilen her tür pislikten berîdir. Türkiye kıstağından Türkeli'ne çıkışa, halk kalmaktan millet olmağa terfie mani hiç bir cürme ortak değildir. Bile-isteye Türk olmayan, Türklüğe can atmayan, Türklüğünü ciddiye almayan herkes bugün –nazikçe söyleyelim- kirlenmiş hâliyle orta malıdır. Türklüğün yalın ve temiz hakikatine sırt çevirmek kirlenmenin ilk ve yeter şartı olmuştur.
Savaş alanı ve barış masası. Bu ikisinin şartlarının birbirine uymadığını herkes bilir. Dikkat gerektiren durum odur ki, biz Türkler barış masasında İstiklâl Harbi kazanmış bir millet değiliz. Bilakis, Batum’u ve Batı Trakya’yı barış masasında kaybetmiş bir milletiz. Biz o milletiz, kalbinden İstiklâl Harbi’ni kazanan orduyu doğuran, o orduya ithaf edilen İstiklâl Marşı’nı, kalbinden doğuran millet biziz. Türkiye’de bir ikinci millet yok.
Yıllar yılı, bu en az yarım asır demektir, önce yoldaş, sonra yol fikrine tâbi olarak yaşadım. İnsan kıyafetinde yaratılmak dünyaya uğrayışı bir sebebe bağlıyordu. Ait olduğum yere ilişkin bir hedef mutlaka, mensup olduğum millet içinden bu hedefe varmak isteyen benden başka biri mutlaka olsa gerekti. Dünyaya uğratılışımızın çıkış yolunu Türkiye namına mümkün kılan şartlar öyle icap ettirdiği için önce sosyalistmiş gibi yapan solcular, bilahare Müslümanmış gibi yapan sağcılar arasından bir (hiç olmazsa bir) yol arkadaşı aradım. Arayışım kısa zamanda bana bir ad sağladı. Bunun üzerine benim bir şey arıyor görüntüsü verişimden istifade etmek isteyenler çıktı. Başında anlamamıştım; ama hepsi dünyanın kurulu düzeninden beklentisi olan kimselerden ibaretmiş. Piyasanın sunduğu kârın peşindeydiler. Eğer benim gayem de herkes gibi bir iş çevirmek idiyse hasılattan kendilerine pay düşsün istiyorlardı. Gençlik günlerimden itibaren yanıma yaklaşan herkesin neyin peşinde olduğuna şahit olmama yetecek ömrü Allah bana verdi. Bütün hayal kırıklığıma rağmen ve bir ayağım çukurdayken yine de bir şeyler demek isterdim… Şimdiye kadar bir şey diyebildim mi? Şu anda diyebiliyor muyum? İleriki safhada deme fırsatım olacak mı?
Yerküre ufkundaki bağımsız Kürdistan kimlerin yüksek müsaadeleriyle kuruluyor? Bu sualin cevabını umursamayanlar kapitalizmin global çağında vukuata vaziyet edecek bir otoritenin tesis edilmesini ve dolayısıyla anarşiye meydan vermeyecek bir hiyerarşinin yürürlükte kalmasını tabiî kabul edenlerdir. Onların kafasını meşgul eden sual “Amerika bu işe müsaade eder mi?” veya “Amerika bu işin ne kadarına müsaade eder?” sualidir. Bir kontrol mekanizmasının kaçınılmaz ve giderek zaruri olduğuna inananlara Türkiye’deki Amerika iki perspektif sunuyor: Hayata soldan bakanlar Amerika’nın Türkiye ile ilgili aldığı kararların Avrupa ülkelerine tahsis edilen yere uygun şekilde alınmasını bekliyor.