ENKAZ YIĞINLARI ALTINDAN YÜKSELEN İSTİKLÂL MARŞI

“Son Posta” muharrirleri Erzincanı ikinci defa olarak ziyaret ettiler

Muallimi, çocuğa ölürken bile İstiklâl marşı söylenmesi lâzım geldiğini öğretmişti, çocuk hocasının sözünü dinledi ve sesini duyanlar tarafından kurtarıldı

Bana felâketin hakikaten en müheyyic sahnelerinden biri bu hadiseyi anlatıyorlar. Dinler misiniz ben de size nakledeyim? Aradan iki ay geçti amma, bu hakikî hikâye taptazedir bence…

Kıyamet kopmuş, Erzincan toprağa gömülmüştür. İmdad ekipleri yolların kapalı oluşundan geciktiği için şehir günlerce felâketle başbaşa kalmış. Enkaz altında kalanları süratle kurtarmak, herkes kendi başının, kendi kayıbının çaresine baktığı için mümkün olamıyor.

Her çöküntü altından canhıraş feryadlar yükseliyor. Sağ kalabilenler, asker, mahkûmlar güçleri yettiği kadar her sese, her istimdada yetişmeğe çalışıyorlar. Fakat adedleri ne olursa olsun bu mümkün mü? Bütün şehir üzerine tavan yıkılmış bir oda gibi ayni ağırlık altında.

Durup dinlenmeden enkaz altında kalanları kurtarmağa çalışanlar, birdenbire derinden gelen bir marş sesine kulaklarını kabartıyor ve duyuyorlar.

Bu İstiklâl marşıdır. Sesten, bunu söyliyenin bir çocuk olduğunu anlıyorlar. Sesin geldiği tarafı tayin ederek koşanlar, tuzla buz olmuş kocaman bir ev enkazının önünde duruyorlar. Burası sulh hâkimi Tahsinin evidir. Kerpiç, tahta, kalas yığınları arasından bir çocuk sesi gelmektedir. Çocuk:

-Kurtarın beni!

Diye bağırmıyor. Enkazın zirvesinden yükselen bir istimdad değil, bir marştır, İstiklâl marşı, millî marşımız..

İmdada koşanlar, tüyleri ürpererek, felâketin, manzaranın dehşetine rağmen huşu içinde, tüyleri ürpererek dinliyorlar:

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak..

Küçük bir hançerenin boğmaklarına şiddetle çarparak çıkan bu marş, bir kelimei şehadet gibi muztarib Erzincanın semasına doğru yükselmektedir.

Derhal kazmalar, kürekler harekete geliyor. Topraklar kalaslar ayıklanıyor. Bütün bunlar oluncaya kadar da marş bitmiş değildir. Çocuk, gırtlağının basabileceği en üst perdeden marşa devam etmektedir:

Kahraman ırkıma bir gül bu ne şiddet, bu celâl,
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.

İki kuvvetli kol sesin sahibini yüzü koyun, yalnız başı serbest kalarak kalın kalaslar arasından çekip çıkarıyor. Bu on on bir yaşlarında bir ilk mekteb talebesidir. Tanıyorlar. Sulh hâkiminin oğlu..

Daha sıkıştığı cendereden kurtulmadan:

-Beni bırakın, diye bağırıyor.. annemle babam da var!..

Kazmalar, kürekler tekrar harekete geliyor. Beş dakika sonra anne ve baba da kurtulmuştur.

Minimini ilk mekteb çocuğu son nefesini veren bir insanın kelimei şehadet getirişi gibi, ölümle pençeleşirken millî marşını söylemesi, o dehşetengiz çöküş sırasında bütün rabıtaları kopan şuurunun ters bir tezahürü mü?.. Kafasına düşen ağır bir cismin sersemlettiği iradesinin elinden yakasını kurtarmış bir gayri tabiî hareket mi?..

Hayır! Kendisine soruyorlar:

-Niçin İstiklâl marşı söylüyordun!

Küçük göğsünü şişirerek, gururla cevab veriyor:

-Bana öğretmenim söylemişti.. insan ölürken bile millî marşını ağzından düşürmemeli imiş!.. Ben de bekledim, bekledim, kimse kurtarmağa gelmedi. Gittikçe nefesim kesiliyordu. Öleceğimi anladım. Öğretmenimin sözü aklıma geldi Millî marşımı söylemeğe başladım.

Kim bilir hangi mefkûreci bir muallim bu sözü ne münasebetle söylemiş olacaktı. Millî marşın ehemmiyetini tebarüz ettirebilmek için onu ölürken bile söylenecek mukaddes bir şey olarak anlatmıştı.

Fakat ölümün soğuk elini vücudünde hissederken bile anasına, babasına seslenmeden, yahud şuursuz, ümidsiz feryadlar koparmadan, yalnız millî marşını söyliyerek ölmek istiyen şu küçüğün büyüklüğüne ve ne kadar Türk olduğuna bakınız. Bu da Türk çocuğuna aid bir haslet.. uzun söze lüzum var mı?

Nusret Safa Coşkun, Son Posta, 29 Şubat 1940, s. 1-10-11

İstiklal Marşı okunduğunda, millet'e değil ümmet'e inandıklarını söyleyen MSP'liler...

MSP'nin yeni girişimleri ise kuşku ve kaygı uyandırmıştı.

"Kaleme aldığı marş bu mücadelenin mücessem bir âbidesidir.

Ataç ise yine bir başka yazısında, Âkif’in millî şair, İstiklâl Marşı’nın millî marş olduğunu savunanlara “içinde minarenin, hilâlin, müezzinin zikredildiği bir marş nasıl millî olabilir?”

İstiklâl Marşımıza Saygı

Zirâ, İstiklâl Marşı'mıza karşı gösterilen saygısızlık - hemen her zaman ve her yerde rastladığımız ve maalesef garip, mânâsız bir alışkanlığın tesiriyle tabii bir olay gibi karşıladığımız - çok hazin ve yüz kızartıcı bir gerçektir

Eşref Edib: "İstiklâl Marşı değişir mi?"

Bir yazıcının değiştirmeğe çalıştığı ve ta'an ettiği istiklâl marşımız ve Mehmet Akif hakkında memleket münevverlerinin fikirleri

Türk Ulusunun Utkusu

Ulusal Kurtuluş Savaşında, İslâmcı görüşün ulusal bir çizgide geliştiği görülür. Bu, İslamcı düşüncenin Osmanlı Devletinde kazandığı ikili yapının bir sonucuydu.

"Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı’nın mısraları dökülüyordu."

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 temmuz 1922 tarihli oturumunda, Erzurum Milletvekili Salih Efendi’nin Kurban Bayramını tebrik etmek üzere Batı Cephesi’ne