Sayıları çok az da olsa, İstiklâl marşımızın güfte ve bestesini beğenmeyenler ve değiştirilmesini isteyenler vardır. Böyle düşünenler şu gerçeği unutuyorlar: İstiklâl marşlarının değeri, «Mükemmeliyet»lerinde değil, «Tarihîlik»lerindedir. Onlar milletlerin tarihlerinin «ebediyet kadar derin» anlarında doğarlar; o anların havalarını taşırlar ve gelecek nesillere o anları hatırlatırlar. Dünyada hiçbir milli marş (national hymne) gösterilemez ki söz ve ses olarak o milletin en güzel şiiri ve en güzel bestesi olsun. Fransızların meşhur La Marseillaise’i, hem güfte, hem beste olarak bir gecede (24 Nisan 1792) bir musiki amatörü olan bir fransız subayı tarafından irticalen söylenivermiş, ses ve söz itibariyle hiç de büyük bir değeri olamayan bir eserdir. Büyük şairler ve musikişinaslar yetiştirmiş olan Fransızların aklına onu değiştirmek gelmemiştir. Onun kıymeti de bizim «İstiklâl Marşı»mız gibi, tarihî bir anın mahsulü olmasında ve o anın hâtırasını yaşatmasındadır.
Musiki sahasında hüküm verme salâhiyetini haiz değilim ama güfte itibariyle bir mukayese yapılacak olsa, öyle sanıyorum ki bizim « İstiklâl Marşı»mız diğer milletlerinkiler arasında birinci gelir. Bunun sebebi, İstiklâl Savaşına iştirak eden, onun mâna ve heyecanını kalbinde samimi olarak duyan büyük bir şair tarafından yazılmış olmasıdır.
Türk edebiyatında Mehmed Âkif kadar Türk halkının duyuş tarzına yakın pek az şair gösterebiliriz. Halkdan bahseden, halkın ızdırap ve neş’esini anlatan aydın tabakaya mensup iyi niyet sahibi şahsiyetlerden çoğunun eserlerinde, halkla kendi aralarındaki mesafe ve farkı hissettiren bir şeyler bulursunuz. Akif’de bu mesafe hemen hemen kalkar. O bütün eserlerinde Türk halkını harekete getiren duyguları kendi damarlarında duyar. «İstiklâl Marşı»nın arkasında «Safahat» vardır. «Safahat» ise bütün Âkif’tir.
«İstiklâl Marşı»mızı Âkif değil de başka biri yazmış olsaydı ve ayni güzelliği taşımasaydı, ben yine de değiştirilmesini istemezdim. «Tarihîlik»in yerini hiçbir şey alamaz. «Tarihîlik»in özelliği bir kere oluşundadır. Gerçi tarihte cereyan eden hâdiselerin hepsi bir kere vukua gelir. Fakat bunlar arasında pek müstesna olan öyleleri vardır ki, mâna ve ehemmiyet bakımından ötekilerinden tamamiyle ayrılırlar. Bunlar bir milletin kaderinin değiştiği, yeni bir çağa girildiği anlardır. Böyle anlarda hayatın en derin meseleleriyle karşılaşan, katî kararlar alan ve büyük aksiyonlar yapan bir millet, varlığının en derin şuuruna sahip olur. Bu anlar öyle anlardır ki, temel hakikatler apaçık olarak kendilerini gösterir ve bunların mânaları, yıldızların ışıkları gibi yüzyıllar ötesine uzanır. Milletler istikametlerini onlara bakarak tayin ederler. Bizim için İstiklâl savaşımız işte böyle bir hâdisedir ve «İstiklâl Marşı» bize ondan gelen mukaddes ışıktır. Onun yerine konulacak başka bir şey, ondan çok daha parlak gibi görünse de, yıldızın yanında mum ışığı kadar sönük kalır.
«İstiklâl Marşı» ile İstiklâl savaşı ayni tarihî ana o kadar bağlıdırlar ki, onları birbirinden ayırmak, tarihe ve hakikate en büyük ihanet olur. Güzellik duygusunun en yüksek şekli olan ulvîlik duygusuna da... Zira ulvilik duygusu ile tarih ve millet arasında sıkı bir münasebet vardır. Güzelliği aşan ulvîlik duygusu, bazı anlarda insana kâinat ve Tanrı kadar ihtişamlı görünen tarih ve millet karşısında da duyulur. Onu, hayatın her hangi bir anında yaşayamazsınız.
Birisi, gayesi millete kahramanlık duygusu aşılamak olan bir milli marşın « Korkma!» hitabı ile başlamasını tenkid ediyordu. Aksini söylese bile, bu, millete korktuğunu hatırlatmak demekti. Kahramanlık ile korku duygusu bir araya gelemezdi. Hele Türk milleti gibi bir millete böyle bir duygu izafe etmek ona karşı saygısızlıktı.
İlk bakışta doğru gibi görünen bu fikir, ne tarihî, ne de beşerî gerçeğe uyar.
Bunu söyleyen, İstiklâl savaşının mahiyeti, kahramanlık duygusunun mânası ve «İstiklâl Marşı»nın muhtevası ve yapısı üzerinde fazla düşünmeden konuşuyordu.
İstiklâl savaşının bir tecavüz savaşı değil, bir müdafaa ve en meşru müdafaa savaşı olduğunu unutmamak lâzımdır.
İmparatorluk kurmuş bütün milletler gibi, Türkler de tarihlerinde, bir kuvvet taşkınlığının veya ideal üstünlüğün neticesi olan fetihler yapmışlar, büyük zaferler kazanmışlardır. Bunlara hâkim olan duygu Nietzsche’nin yücelttiği «Kuvvet ve Hâkimiyet İradesi» dir. Yahya Kemal’in akıncı şiirlerinde bunun diyonizyak neşesi ifade olunmuştur.
İstiklâl Savaşı, böyle bir mâna taşımaz. O, tam tersine, Türk milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Eğer bu savaş kazanılmamış olsaydı, Türk milleti tarih sahnesinden silinebilirdi. Türk’e karşı yüzyıllardan beri büyük bir kinle dolu olan Avrupa’lı onu katî olarak yok etmek istiyordu. O, bir tarihçinin söylediği gibi Türklerin Anadolu’ya ayak bastığı günden beri devam eden haçlılar seferinin bir devamı idi. Avrupalıların Türkler hakkında taşımış oldukları maksad hakkında bir fikir vermek için meşhur İngiliz siyaset adamı Gladstone’un 1876 da söylediği şu sözleri hatırlatalım:
«Türklerin dünya yüzünden kötülüklerini kaldırmanın bir tek yolu vardır: O da kendi vücudlarını dünya yüzünden kaldırmak.» (1)
Yüzyıllardan beri Hristiyan Avrupa müslüman Türklerin üzerine bu duygu ile saldırıyordu. İmparatorluk kuvvetli olduğu çağlarda bu hücumlara karşı koyuyordu. Fakat iki yüzyıldan beri hep geri çekiliyorduk. Son merhaleye gelinmişti. Çanakkale savaşında, Türk’ün işini bitirmek isteyen düşmanlar kurt sürüleri gibi bir araya toplanmışlardı. Âkif, meşhur şiirinde bunu ne kadar canlı bir tablo halinde tasvir eder:
Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşısında
Ostıralyayla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tauna da züldür bu rezil istila!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-ı asîl,
Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkıyla sefil,
Kusdu mehmetçiğin aylarca durup karşısına,
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
İstiklâl Savaşı esnasında bu saldırgan ordu, Türk’ün «harim-i ismeti»ne girmişti. Ağaç kökünden sökülüyordu. Böyle bir durumda Türk milletinin korku duymadığını söylemek, kahramanlık duygusunun müthiş ölüm karanlığı ile sarıldığını hissetmemek, beşerî duyguları tanımayan boş ve şişkin bir hitabetten başka neyi ifade eder?
Hiç şüphesiz cephede savaşanlar, korku ve ölümü akıllarına getirmeden kendilerini ateşe atıyorlardı. Fakat köylerde ve kasabalarda yaşayan halk korku ve endişe içinde bekleşiyordu.
Bu satırların yazarı ilk çocukluk yıllarında düşmanların kendi kasabalarına girişlerini gözleriyle görmüş, o günlerin dehşetini bizzat yaşamıştır. Eli silâh tutan bütün erkekler cephede idiler; kasabada yalnız ak sakallı, beli bükük ihtiyarlarla, nineler, anneler, gelinler ve çocuklar kalmıştı. Bir bayram günüydü. Evimizin penceresinden, birkaç kilometre ötede görünen ve Debboy denilen askerî binaların alevler içinde yandığını görüyorduk. Bir saat sonra kasabanın hükûmet konağı ateşe verilmiş, düşman askerleri mahalleler arasına dağılmış, kapıları kırıyorlardı. Karşı koyanlara gözlerimizin önünde eza ve cefa edildi.
Hâkim duygu «korku» idi. İstikbalden endişe ediyorduk. Hemen hemen bütün Türkiye bu durumda idi. İşte o yıllarda gür bir ses:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.
diye memleketin üzerinde bir imân rüzgârı gibi esti.
O devrin şartlarını ve havasını göz önüne getirmeden « İstiklâl Marşı» nı anlamak ve değerlendirmek imkânsızdır. Hiç bir tehlikenin bulunmadığı sulh yıllarında korkmamak, «ucuz kahramanlık» şiirleri yazmak kolaydır. Fakat hakikî bir yaşantıya tekâbül etmeyen bu duygu, boş bir kelimecilikten ileri gidemez. «Tarihîlik» ile «yaşantı» hemen hemen ayni mânaya gelir. Âkif ve Türk milleti, İstiklâl Savaşı esnasında, «İstiklâl Marşı»nda ifade edilen duyguların hepsini bizzat yaşamışlardır. O, kuvvetini bu yaşanmışlıktan alır.
Hakikatte ölüm tehlikesi ile kahramanlık birbirinin kardeşidirler. Tehlikenin olmadığı yerde kahramanlık da yoktur. Zamanının iyi bir tenkidçisi olan Mizancı Murad Bey, Namık Kemal’in «Vatan –yahut- Silistre» piyesini tenkid ederken «Bu piyeste bütün şahıslar kahramandır; -diyor- karşı tarafa, düşmana yer verilmemiştir. Bu, büyük bir eksikliktir.» Zıddını, karşı tarafı unutmak gerçeğe de aykırıdır. Âkif, gerçekçi bir şâirdi. «Safahat» bunu gösterir. Orada bütün duygular ve düşünceler şâirin gerçek yaşantılarına dayanır. «İstiklâl Marşı» da ayni samimiyetle söylenmiştir.
Marşlarda ve sosyal şiirlerde umumiyetle «Biz» zamiri kullanılır. Bunun sebebi, onları yazanların kendi «ben» lerini silerek bizzat kitleyi konuşturmak istemeleridir. Âdet olduğu için bunun hakikat ve samimiyete aykırılığı pek dikkati çekmez. Ziya Gökalp:
Ben, sen yokuz, biz varız
der. Bu doğru ve mümkün müdür? «Ben» ve «Sen» i ortadan kaldırmakla sosyal birliğe ulaşılabilir mi? Tanrı, vücudla beraber duyma ve düşünme organlarını da fertlere emanet etmiştir. Duyanlar ve düşünenler ferdlerdir. Ancak ferdlerin ızdırabı ayrı ayrı yaşamaları ve gerçeği idrâk etmeleri sayesinde «müşterek duygu» ve «müşterek hakikat» e ulaşılır. «Ben», «Biz» e bağlanır. Fakat bu onun müstakil olarak varlığını ve fonksiyonunu ilga etmez. Bilâkis ferdler uyandığı nisbette toplum uyanır ve yükselir.
Âkif bunları düşünerek mi «İstiklâl Marşı»nda «Ben» zamirini kullanmış ve vatandaşlara ferd olarak hitab etme yolunu seçmiştir, bilmiyorum. Sebebi ne olursa olsun, onun böyle bir ifade tarzına baş vurmuş olması, eserini mânalı ve tesirli kılıyor. «Ben» zamirini kullandığı mısralarda, Âkif’in anlattığı duyguları bizzat kendi varlığında hissettiğine hiç şüphe yoktur. O:
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli
Bu ezanlar ki – şahadetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
derken, her şeyden önce kendi samimi duygularını ifade etmiştir. Fakat aynı mısralarıyla, müslüman Türk halkının duygularına da tercüman olmuştur. İstiklâl Savaşı esnasında her müslüman Türkün en derin özleyişlerinden birisi muhakkak ki bu idi. Ancak milleti ile böylesine kaynaşabilen bir şair, kendi duygularını ifade ettiği zaman milletinin de hislerine tercüman olabilir. Biz millî ve beşerî duygu ve düşünceleri kendi benliğimizde bulduğumuz nisbette millî ve beşerî oluruz.
Bir siz dahi sizde görün, benim bende gördüğümü
diyen Yunus Emre, bu hakikati yüzyıllarca önce duymuş ve söylemişti.
Gönül Çalabın tahtı
Çalab gönüle baktı
mısralarında da ayni görüş ve inanç vardır. Tanrıya giden yol, ferdlerin kalbinden geçer. Büyük filozof Alain, ferd, bizzat doğru düşünmek suretiyle üniversel hakikatlere ulaşır, der. Âkif’in, kendi duygularından hareket ederek milli ve içtimaî’yi bulması, bence, en kuvvetli taraflarından birisidir.
İstiklâl Marşı’nda anlatılan duygular ve söylenilen gerçekler yeni ve orijinal değillerdir. Zaten sosyal şiirlerin böyle olması da beklenilmez. Onların fonksiyonu «müşterek kıymetler»i ortaya koymalarıdır. Esasen mühim olan da, bir his veya fikrin yeni ve orijinal olması değil, ferd ve cemiyet tarafından yaşanması ve idrâk edilmesidir. Bütün temler müşterek ve ebedîdir. İnsanlık yer yüzünde var olduğundan beri nasıl aşk, ızdırâb, ölüm ve saadeti tadmış ve tanımış ise esaret, hürriyet, hak ve istiklâli de milyonlarca defa yeniden duymuş ve yaşamıştır. Dünyada hiç bir ferd ve millet yoktur ki, bunlara bigâne olsun. Bunlar insanlığın var oluş şartlarının temel unsurlarıdır. Biz, hakikatleri icad etmeyiz, buluruz. Mühim olan da budur.
Ferdler ve cemiyetler bu beşerî ve ebedî hakikatlerin muayyen durumlarda yeniden farkına varırlar. Alelâde anlarda bunlar âdeta saklanmış ve uyumuş gibidirler. Büyük hâdiseler onları sarsar ve diriltir. Biz o zaman onların varlık ve gerçekliklerini hissederiz. Demek, aşk bu imiş, ölüm bu imiş, vatan, millet, hürriyet, istiklâl, korku ve kahramanlık bu imiş deriz.
Böyle anlarda bu ebedi temler, ıztırab verici, yakıcı yahut neşeden çıldırtıcı bir heyecanla benliğimizi doldururlar. Sanatçının ve sanatın önemi işte bundan ileri gelir. Herkesten daha duygulu olan ve duygularını herkesten daha iyi ifade etmesini bilen sanatçılar, eserleriyle müşterek ruh haline tercüman olurlar.
İstiklâl Marşı’nın mühim ve değerli olan tarafı şâirin toplumda zaten mevcud bulunan duyguları bizzat yaşaması, bunları heyecanlı ve sanatkârane bir üslûpla ifade etmesidir. Bu cins eserlerin ifade bakımından da fazla yeni ve orijinal olması lâzım gelmez. Hattâ, geniş vatandaş kitlesinin derhal mânasına nüfuz edememesi dolayısiyle, sosyal şiirlerin üslûp bakımından fazla orijinal olması gayesine aykırıdır.
Kendisini toplumla beraber hisseden Akif, bütün şiirlerinde onun dili ile konuşmuştur. Âkif’in Türk edebiyatına getirdiği en büyük yeniliklerden biri ev, mahalle ve milletin kendisi ile dil ve üslûbunu da şiire hâkim kılmasıdır. Çok ince, çok orijinal ve alafranga olan «Servet-i Fünun şiiri» ile Âkif’in şiiri arasında tam bir tezad vardır. Duygu ve düşünce bakımından kendisini milletinden ayırmayan Âkif onun dili ve üslûbu ile konuşur.
«Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?»
♦
«Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?»
♦
«Canı, cananı bütün varımı alsın da Hüda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.»
vesair mısraların kelime, imaj ve söylenişinde «yeni ve orijinal» hiçbir şey yoktur. Bunlar halkın dilinden alınmış ve tabiîlikleri bozulmadan büyük bir maharetle vezne sokulmuştur. Cenab ve Haşim gibi üslûbçu şairler için bu, «âmiyane» bir söyleyiş tarzıdır. «Âmiyane» kelimesi lûgat mânası bakımından «halka has» demektir. Fakat bu kelime, kendisini yüksek tabakaya mensup hisseden bir insanın «aşağı tabaka» karşısında duyduğu tezyif edici ruh halini de ifade eder.
Cumhuriyet devrinde bir çok şâirlerin, meselâ Orhan Veli, Atilla İlhan, hattâ Cahit Sıtkı’nın şuurlu olarak «alelâde üslûb»u kullandıklarını görürüz. Âkif, onlardan öne gelir. Ve halkın duygusuna da, diline de onlardan çok daha yakındır. Hattâ denilebilir ki o, halkın ta kendisidir. Halktan oluşunun, halkın dili ile konuşmasının Âkif’i nevi şahsına has bir şâir olmaktan alıkoymaması dikkate şâyan bir hâdisedir. Balzac, «Deha, herkes gibi olmanın orijinal bir şeklidir.» diyor. Türk edebiyatında Yunus Emre ile Âkif hem halk gibi olmasını, hem de orijinal kalmasını bilen eşine az rastlanılır iki şâirdir. Son devir şâirlerinin yapmaya çalıştıkları gibi bunun sadece şuurlu üslûp cehdi ile mümkün olduğunu zannetmiyorum. Orhan Veli, Atilla İlhan vesair halk üslûbunu taklid edenlerde bir poz vardır. Yunus Emre ve Âkif’i okurken biz en küçük bir sunilik hissetmeyiz. Bunun sebebi, sadece dil bakımından değil, yaşayış ve duyuş tarzı bakımından da halktan olmalarıdır.
«İstiklâl Marşı»nda «âfâk, şühedâ, nâmahrem, ceriha, ruh-ı mücerred, na’ş, izmihlâl» gibi günlük konuşma dilinde bulunmayan kelimeler vardır. Öztürkçe zaviyesinden bakılırsa pek çok kelimenin altını çizmek icab eder. Bunları ileri sürerek, benim «Âkif halk dilini kullanır» sözüme itiraz edecek olanlara, halk şairlerinin dilini, Dede Korkut’u, er mektuplarını incelemelerini tavsiye ederim. Bin yıldan beri en uzak köylerine varıncaya kadar Kur’an okunan bir milletin dilinde, «ruh, ilâhi, emel, nâmahrem, ezan, şüheda, din, ebedî» gibi kelimelerin bulunmasını yadırgamak tarihten, kültürden habersiz olmak, millet ile tarih, tarih ile kültür, kültürle dil arasındaki münasebeti görmemek demektir.
Âkif’in üslûbu hakkında hüküm verirken onun okumuş, hem de çok okumuş, yani «cahil halk»dan ayrı bir insan olduğunu unutmamak lâzımdır. Âkif kadar halkın cehaletinden ıztırap duyan, islâmlığın bozulmasına kızan, batıl inançlara hücum eden pek az Türk şâiri bulunduğu da düşünülecek olursa, onun dil karşısındaki tutumunun, fikir sahasında olduğu gibi, basit bir davranışla açıklanamıyacağı besbellidir. «Safahat» şâirinin kelimelerini seçişine hakîm olan psikolojik ve estetik âmiller, diğer şâirlerinkinden çok farklıdır. Burada bunları izah edecek değiliz. Sadece Âkif’deki tabiîliğin kolay kolay kazanılmadığını söylemekle yetinelim.
«İstiklâl Marşı»nda ortaya konulan duygularla üslûp arasındaki bağ bizi temlerden bir hayli uzaklaştırdı. Bununla beraber bu konuda söylenilecek fazla bir şey de yoktur.
Dedik ki, Âkif, burada, yeni ve orijinal his ve fikirleri değil, kendi içinde duyduğu millî ve beşerî temleri ortaya koymuştur. Tekrarladığı kelime ve mısralardan da anlaşılacağı üzere bunlardan en mühimi «Hak»tır.
İkinci ve sonuncu dörtlükler:
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl
mısraıyla sona eriyor. Son dörtlükte bu fikir, daha kuvvetle belirtilmek için:
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
mısraı ile takviye olunmuştur.
«Hak» kelimesi Türkçede birbirinden ayrı olmakla beraber yine de birbirine bağlı üç mânaya gelir: Tanrı, hukuk, pay. İslâmiyette «Hak» kavramının diğer dinlere nazaran çok mühim bir yer tuttuğu malûmdur. Dünya dinleri arasında hemen hemen yalnız İslâmiyet, din kitabına dayanan bir hukuk sistemi kurmuştur. İlmi tetkiklere göre bunun vücuda gelmesinde ve bilhassa tatbikatında Türklerin çok büyük rolü olmuştur. Bunun sebebi, Türklerin diğer müslüman milletlerden daha dindar olmasından ziyade, daha teşkilâtçı ve devletçi olmalarında aramak lâzımdır. Yüzyıllar boyunca din ile hukuk arasında kurulan bu münasebet, Türkler arasında, bugün dahi «Hak»kın neden mukaddes bir mâna ve değer taşıdığını izah eder.
Din esasına dayanan Orta- çağ hukuk sistemi bırakıldığı halde adalet mânasında «hak» kavramının halk arasında çok yaygın ve canlı bir kıymet olarak yaşaması bizim için son derece ehemmiyetlidir. Biz, dünyada şerefli bir insan ve millet olmanın temel şartını bu kavramda bulmuşuz. Ferd ve millet olarak «haksızlığa» uğramak bize herşeyden çok tesir ediyor. Böyle bir muameleye mâruz kalmak bizi isyan ettiriyor, mücadeleye ve kahramanlığa götürüyor.
İstiklâl Savaşının kazanılmasında en mühim mânevi kuvvet, Âkif’in çok iyi belirttiği gibi «Hür yaşamış olma» ve «Hakka tapma» dır. En basit Türk köylüsü köleliğe ve haksızlığa tahammül edemez. , Âkif’in marşında «Hak» kelimesini esas kavram olarak ele alması İstiklâl Savaşının ruhuna olduğu kadar Türk halkının psikolojisine de uygundur. Şiirde tekrarlanan diğer ana kelimeler «hürriyet, istiklâl, yurt, şehadet, vatan» kavramları, temel kıymet olan «Hak’»ka bağlıdırlar. Bu nokta göz önüne alınırsa, Âkif’in «İstiklâl Marşı»nı neden bir kahramanlık şiiri olarak yazmadığı anlaşılır. Âkif için kahramanlık müstakil bir kıymet değildir. Başka kıymetlerin, bilhassa temel olan «Hak»ın emrindedir, ki doğru olan da budur.
Nietzsche’nin yücelttiği «kuvvet iradesi» ne dayanan kahramanlık, eski çağlara has iptidai bir duyuş tarzıdır. Maddî kuvvet ancak kendini aşan mânevî kuvvetin emrinde olduğu, onu gerçekleştirmeğe yaradığı takdirde bir değer ve mâna ifade eder. Yoksa fırtınaları, zelzeleleri, silâhları, atom bombalarını en yüksek değer olarak tanımamız gerekirdi.
Âkif «maddi kuvvet»e karşıdır. Garb’ın «çelik zırhlı duvar»ına «imân»ı ile mukabele eder ve onun galebe çalacağına inanır.
«Medeniyet» dediğin tek dişi kalmış canavar
mısraı ile o, «maddi kuvvet» ile «medeniyet»i birbirine karıştıranlara çatar. « Safahat» da açıkça görüldüğü üzere Âkif, «ilim» ve «teknik» in aleyhinde değildir. Fakat onların yüksek mânevi kıymetlere bağlı olmasını, bu kıymetleri ezmemesini ister. Bu bakımdan Âkif’e hak vermemek imkânsızdır. Bugün Türkiye ile beraber bütün insanlığın da çektiği ızdırab, «maddî kuvvet»lerin «hak»kı ezmeğe çalışması değil midir?
«İstiklâl Marşı» iç yapı bakımından zengindir. Hemen her parçada ana fikre bağlı başka bir unsur, başka bir tarzda ele alınmıştır.
Birinci parçada «şafaklarda yüzen al sancak» bahis konusudur. Şâir, «Korkma!» dedikten sonra dikkati göklerle birleşen bayrağa çeviriyor. Bu suretle insan birdenbire içini dolduran endişeden ulvî bir âleme yükseliyor ve bir kurtuluş hissi duyuyor. Al sancak ve gökyüzünün telkin ettiği cesaret ve ebedilik duygusu korku duygusuna galebe çalıyor.
Türkün bayrak sembollerini gökyüzünden seçmesi ne kadar derin mânalı ve ulvî bir telkin kudretini haizdir! Türkler, İslâm olmadan önce de gök ile kendi kaderleri arasında sıkı bir münasebet buluyorlardı. Gök, aynı zamanda «Tanrı» mânasına geliyordu.
Âkif’in bayrak ile gök arasında bağ kurması hiç şüphesiz yıldız ve ay sembollerinden dolayıdır.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
mısraında bayrağın yıldızı ile gökteki yıldız, kader ve ebediyet mânaları birleşiyor. Bu suretle millî duygu, kozmik ve mukaddes bir derinlik kazanıyor.
İkinci parçada aslî unsur aydır: «Nazlı hilâl» Şair, ayda bir çehre görüyor. Bu çehre, kaşlarını çatmıştır. Şiddetli ve hiddetlidir. Bu davranışıyla ay, Türk ırkının tarihine ve şerefine lâyık bir kahramanlık bekliyor ve istiyor.
Üçüncü parçada ton ve edâ bir kere daha değişiyor. Kendini milleti ile bir gören şâir, ezelden beri hür olarak yaşadığını, hiç bir çılgının kendisine esaret zinciri takamıyacağını söylüyor.
Dördüncü parçada, Garb’ın ufukları saran çelik zırhlı duvarı ile göğsünü dolduran imânı karşılaştırıyor. Ulvî bir duygu olan imânın, canavarlaşan «medeniyet»e yenilmiyeceğini haykırıyor.
«Medeniyet» dediğin tek dişi kalmış canavar
mısraında, kendisini medeni diye gösteren mütecaviz Batı’ya karşı bir alay ve tezyif hissi hâkimdir.
Burada yeri gelmişken «ulusun» fiiline, öğretmenleri tarafından açıklanmadığı için olacak, lise mezunlarından bir çoğunun yanlış mânalar verdiğine işaret edelim. Bu kelime, sanıldığı gibi «Ulu» veya «Ulus» ile ilgili değildir. «Canavar» imajı ile «boğmak» fiili de gösteriyor ki, burada «ulumak» fiilinin emir kipi bahis konusudur. Şâir, «medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, bırak istediği kadar ulusun, senin göğsündeki imânı boğamaz» demek istiyor.
Beşinci parçada, Âkif, karşısındaki vatandaşa «arkadaş!» diye hitab ederek onu mukavemete çağırıyor, ve Tanrı’nın vadettiği günlerin yakın olduğunu haber veriyor.
Altıncı parçada müdafaa edilen «toprak» değerlendiriliyor. O, bir arazi parçası değil, altında binlerce kefensiz şehidin yattığı kutsal bir yerdir. Biz o şehidlerin torunlarıyız. O, bizim için yeryüzünden daha değerlidir. Çünkü vatan, tarihimizle birdir. Vatanı müdafaa etmekle yalnız bugünü, yarını, kendimizi ve bizden sonra gelecekleri değil, ecdadımızın hâtıralarını da korumuş oluyoruz.
Yedinci parçada, vatan ile şehadet üzerinde ısrar ediliyor. Canından, cananından, bütün varından vazgeçebileceğini söyleyen şâir, vatanından «cüda» kalamıyacağını belirtiyor.
Sekizinci parça bir dua havası taşır. Şâir, Tanrı’ya, mâbedine namahrem ellerin değmemesi, şahadetleri dinin temeli olan ezanların yurdunun üzerinde ebedî olarak inlemesi için yalvarıyor.
Türk milletinin büyük çoğunluğu gibi Âkif de dindardır. Onun için, vatanın kutsal bir mâna taşımasının sebeplerinden biri, tarihinin ve hâlihazırının İslâmiyetle birleşmiş ve kaynaşmış olmasıdır.
Batıl inançlardan tamamiyle uzak olan İslâmiyete aslına uygun derin ve beşeri bir mâna veren Âkif’e, dinsizler, haksız yere «mürteci» damgasını basmışlardır. Âkif, kendi milleti ve bütün İslâm âlemi için en yüksek medeniyet ve insaniyeti özlemiş olan bir şâirdir. « Safahat» bunu açıkça gösterir. Onun vatanseverlikle din duygusunu birleştirmesi, tarihi hakikatlere ve Türk halkının temel duyuş tarzına uygundur. Türk tarihinin son bin yılı ve Türkiye tarihi İslâmiyet ile yoğrulmuştur. Bu nasıl inkâr olunabilir? İstiklâl Savaşının kazanılmasında Türk halkının din duygusunun mühim rol oynadığı da bir vâkıadır. Avrupalıların da Türklere karşı hristiyani duygularla hareket ettikleri göz önüne alınacak olursa, Âkif’in vatanseverlik duygusu ile din duygusunu birleştirmesine şaşılmaz. Dinsiz olanlar, kendi ferdî hisleriyle milletleri harekete getiren duyguları birbirinden ayırmasını bilirlerse, sosyal hâdiselerin mânalarını daha iyi anlarlar. Daha önce söyledik ki, Âkif, kendisini Türk halkı ile bir hisseden şâirdir. İçinde bu birliği yaşamayan birisi, o halkın duygularına tam ve samimi bir şekilde tercüman olamazdı.
o halkın duygularına tam ve samimi bir şekilde tercüman olarüyor ve düşünüyor. İslâmlıkta şehadet en yüksek mertebedir. Şâir bundan dolayı şehid olursa başının belki arşa yükseleceğini söylüyor.
Sonuncu ve onuncu parçada, birinci ve ikinci parçadaki kelimeler daha başkalariyle birleşerek değişik bir şekilde tekrarlanıyor. Bayrak yeniden göklerde dalgalanıyor ve şiir «İstiklâl» kelimesi ile sona eriyor.
Bu gözden geçirme gösteriyor ki, Âkif, şiirinin muhtevasını bıktırıcı bir tekrara düşmeden geliştirmiş ve zenginleştirmiştir.
«İstiklâl Marşı» bir bütün olarak, İstiklâl Savaşının mânasına, Türk halkının ruhuna uygun ve bir milleti yaşatan temel kıymetleri heyecanlı olmakla beraber sade ve açık bir üslûpla anlatan güzel bir şiirdir. Böyle bir şiiri ancak o büyük tarihi günleri yaşayan, Âkif’in mizac ve karakterinde bir şâir yazabilirdi. O, bizim için İstiklâl Savaşının hâtırasına sımsıkı bağlı ve doğrudan doğruya onun mahsulü olan tarihi bir eserdir. Onu, bayrağımız gibi millî ruhun mukaddes bir sembolü olarak hiç bozmadan ebediyete kadar muhafaza edelim ve üzerine titreyelim.
5 Ağustos 1963
Bu bölümün ilk yazısı olan «İstiklâl Marşı üzerinde bir tahlil denemesi» Sayın Profesör Dr. Mehmed KAPLAN tarafından bu eser için yazılmıştır. Diğerleri Türkiye basınında İstiklâl Marşımız hakkında kırk yıldanberi neşredilmiş olan yazılardan derlenmiştir. M.N.
Ülkemizde hoşgörünün uzun bir geçmişi yoktur; kişilerimiz genellikle hoşgörüsüzdür.
Kurtuluş harbinde din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığını, “merkezleri bir ve içiçe konmuş iki daire gibi” birbirine yapıştığını söyleyenlerimiz ve yazanlarımız oldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 29 temmuz 1922 tarihli oturumunda, Erzurum Milletvekili Salih Efendi’nin Kurban Bayramını tebrik etmek üzere Batı Cephesi’ne
Londra Konferansı'nda millicilerin prestijini, kredisini kırmak için, millicilere Sevr Antlaşınası'nı asgari değişikliklerle kabul ettirmek için Yunanlılar Büyük Millet Meclisi'nin muntazam ordularına İnönü'nde bir taarruzda daha bulundular.
Mehmed Akif de Namık Kemal gibi, ilk manzumelerinden sonra, ruhlarının kemal çağında, manzum bir şey söylemeğe hazır oldukları zaman yalnız vatanı söylemek için ağızlarını açan, sayıları pek az, o kadar az ki yalnız kendilerinden ibaret iki vatan şairimizden biridir.