Aristokrat Teknik
Mısırda bir dostuma telgraf çekmem lazım geldi. Bir kaç cümle sıraladım. Sonra, on lira uzatarak:
– Haydi git oğlum, çek şunu dedi.
Çocuk gitti, geri döndü:
Aman efendim, kâfi değilmiş... Kelimesi 63 kuruşaymış:
Ben, on liranın üstünden dünya kadar para alacağımı umuyordum. Halbuki dünya kadar para daha verdim.
Haberim ne zaman menzile ulaşır orası dahi malûm değil. Yelkenli gemiler, rüzgârını bulurlarsa, takriben bir haftada Mısır'ı tutarlarmış. Bir postacı tatarının eline yarım altını sıkıştırdın mı, demek bizim telgrafın şartlarile haber yine ulaşacaktı. Bu teknikten bir şey anlıyamadım.
Evet, ben bu yirminci asır tekniğinden kendi nam ve hesabıma; yahut kendime benzerler nam ve hesabına pek büyük menfaat doğduğu fikrinde değilim.
Dünyamızda ne Transatlantikler var; doğru... Ne lüks trenlerle konforlu uçaklar var; o da doğru... Lâkin:
—Bilet kaça Karımla beraber gidip gelme?
—Bin lira sizin için gitme, bin lira sayın bayan için, biner lira da dönüş: Dört bin...
—Dört bin lira da orada sarfiyat, iki bin lira da karaborsa farkı: Kısa bir seyahat on bin liraya... Mersi, non!.. Bu köpüklü denizler, bu engin semalar başkaları için demektir...
Sinyor! Eskiden de uçanlar, deniz dibine dalanlar vardı
—?
—Cebrail ve diğer melekler... Yunus aleyhisselâm ve deniz kızları...
Eskiden de billûr top vardı. Televiziyon gibi o da demokratik değildi: Sırf Peri padişahının saraylarında bulunurdu. Eskiden de radar aletinden mükemmelleri mevcuttu: Kel oğlanın göğsüne sakladığı iki kıl... Çat birbirlerine! Karşına bir dudağı yerde, bir dudağı gökte Of lala dikilsin:
—Dile benden ne dilersin, ule!
Hülâsa, “halk için olmıyan teknik”, “fevkalbeşerlere mahsus teknik” eskiden daha mükemmeldi.
—Peki amma, şimdi âlâ radyo mevcut... İstifade et dur...
—Hakiriniz derhal bir kontrat imzalar; radyonun ve gramofonun yazlık bahçelerdeki gürültüsünü kyadı hayat şartile işitmemek üzere bu aletleri ömrümce kullanmaktan sarfınazar ederim.
Birader! Yirminci asrın bütün tekniğinden de vazgeçerim. Amma bütün! Bütün!.. Vapura da binmem; Kadıköyüne pazarcı kayığile geçerim, Göztepeye öküz arabasile, Fenerbahçeye paytonla, Edirnekapıya beyaz-Mısır eşeğile tintini tutturur giderim. Ne apartman, ne on bin lira hava parası... Kendi çardaklı kulübem... Hani? Onu bile namuskâr ve çalışkan insanların elinden aldı bu yirminci asır... Mis gibi ekmeğimizi aldı, aşımıza göz dikti... Yirminci asrın bütün lûtuflari kafasına çalınsın! Mukabil şartlarım: Yaşadığım mübarek vatanın semaları uçak akıntı ve sınırları tank sürüleri tehdidine asla düşemesin... Atomdan masun olsun...
Hayrından ziyade şerri dokunuyor… Şerrine lânet...
Akifin gayzını şimdi daha iyi anlıyorum:
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!
Evet, biraz daha lenfavi, biraz daha seyrek tempolu... Fakat püfür püfür, küfür küfür, oh canım eski asırlar...
Bir oh diyemiyoruz be!
Birdenbire bu sinirlendirici yirminci asra çok içerledim. Belki geçici bir his; amma, şu anda cidden samimiyim.
Vala Nurettin(Vâ-Nû), Akşam, 14 Mayıs 1948, s.3
Dünkü söz mecramıza girelim: Tenkid; bir mevzuun ayıb ve kusurlarını sayıp dökmek değildir, demiştik.
İşte Akifin -sözün zıddını murad etmek yolu ile- bize, pek edibane olarak, anlattığı gibi tenkid; göze kestirdiğimiz bir hedefe karşı doludizgin hücum etmek ve hasmımızın faziletlerini, bir yıldırım şuaile eritip mahveylemek mânasına gelmez.
Ataç ise yine bir başka yazısında, Âkif’in millî şair, İstiklâl Marşı’nın millî marş olduğunu savunanlara “içinde minarenin, hilâlin, müezzinin zikredildiği bir marş nasıl millî olabilir?”
Yeni kurulan devlet için bir «Millî Marş» yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı «İstiklâl Marşı Müsabakası»na muhtelif şairlerin gönderdiği 724 şiir gelmişti.
Hafız Asım Şakir o günleri anlatıyor:
“Âkif Bey hasta yatıyor, ben her gün yanındayım.
Bugün İstanbul bayram ediyor; çünkü, bugün, onun kurtuluşunun, Türk ordusuna tekrar kavuştuğu uğurlu ve kutlu günün yıldönümüdür.
Her gözde bu yaşın buğusu arkasından dirilen ve güneşe ulaşan ümit inancının mısraı da...