İstiklâl Marşımızın daha 1921 yılında, yurt düşmanın işgali altında iken kabul edilmiş olduğunu bilmiyorduk

İSTİKLÂL MARŞI:

Yurdun düşman elinden kurtuluşunun üzerinden henüz iki yıl geçmişti. Barışın getirdiği yumuşak ve tatlı hayatın mutluluğunu duya duya yetişiyorduk. Ve biz o günlerde ilk defa olarak İstiklâl Marşını öğrenmeye başlamıştık.  
 
Sonradan müzik âleminde büyük ün yapacak olan o günün deyimiyle “musîkî hocamız” Sadi Işılay, usta kemanının yayını çekerek bize İstiklâl Marşı’nı öğretmeye başlamıştı. Sözlerini şair Mehmet Akif’in yazdığı on kıtalık destana benzer büyük marşın ilk iki kıtasına karatahtaya yazmıştık. Bunları üst üste belki on defa okumuş fakat yine de doymamıştık:
 
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak 
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak 
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
 
Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl…
 
İstiklâl Marşımızın daha 1921 yılında, yurt düşmanın işgali altında iken kabul edilmiş olduğunu bilmiyorduk. O zaman Millî Eğitim Bakanlığı, marş için bir yarışma açmış, yurdun her yanından bu yarışmaya 724 ozan katılmıştı. Sonunda Mehmet Akif’in eseri bu maksada en uygun bulunmuştu. B.M. Meclisinin 14 Mart 1921 toplantısında devrin milli eğitim bakanı tanınmış konuşmacı Hamdullah Suphi Tanrıöver bu büyük yapıtı meclis kürsüsünden okumuş, coşmuş ve herkesi ağlatmıştı. Nihayet bu eser meclisin 25 Mart toplantısında milli marşımızın sözleri olarak kabul edilmişti.
 
Ne var ki bu, marşın sadece söz kısmıydı. Bestesini de birçok müzik sanatçıları hazırlamaya başlamışlardı. Bize o tarihte ulaşan beste, bugün söylenen Zeki Bey’inki değil, Ahmet Yekta Bey’in bestesiydi. Bu beste ise alaturka musikinin özelliğini taşıyor ve iki mısrada bir: (do, re, mi, fa - do, re, mi, fa,- do, re, mi, fa) diye notalar üç defa yüksek sesle tekrarlanıyordu. 
 
"Do, re, mi, fa" lı da olsa biz İstiklâl Marşımızı çok seviyorduk. O tarihe kadar resmen kabul edilmiş ve bestelenip yayılmamış bir milli marşın yokluğunun boşluğu duyuluyordu.
 
Nitekim, 1924 yılında Olimpiyat Oyunları’na ilk defa katılmış olan Futbol Milli Takımımızın Paris’te başına gelenler oldukça ilginçtir: Toplantıların birinde her ulus kendi milli marşlarını söylemiş ve sıra bizimkilere gelince herkes birbirinin yüzüne bakmış. O zaman kadar öğrenilmiş olan marşlar daha ziyade padişahın da adını içine alan birtakım besteler olduğundan, Cumhuriyet çocuklarının, onlardan birini söylemeye dilleri varmamış tabii. Herkesin bildiği siyasi olmayan bir şarkı hatırlanmış: Başlamışlar hep bir ağızdan söylemeye:
 
Hamsiyi koydum tavaya
Sıçradı gitti havaya!..
 
Marş çok beğenilmiş uzun uzun alkışlanmış!.. Tempo olarak fena değildir amma, sözlerinin anlamını bilmemek koşuluyla!..(1)

(1) Milli marş gereksinimi daha önceki kuşaklarca da duyulmuştur. Jön Türkler'in Avrupada bu törende marş yerine hep bir ağızdan "tekbir" getirdikleri bilinmektedir.
 
Ali Fuat Türkgeldi, Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara-1948, s. 87-89
“İstiklâl Marşı”nın adını bir “Bağımsızlık Marşı”na çevirdiğimizde"

“Bağımsızlık”la silinmesine çalışılan “İstiklâl” kelimesine bakalım: Bu memleketin çocukları “Ya istiklâl, ya ölüm!” diye cephelere koşmuş, kanlarını bu kelimenin

"İstiklâl Marşının yalnız bir mısraı, emsallerinin üstüne çıkararak, bir insanı vatanperver etmeye, bir milleti ayağa kaldırmaya kâfidir."

Son haftalarda Türk Gençliğinin kafasını meşgul edecek bir mevzu ortaya çıktı: İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesi problemi. Günün vakıalarından bir an yakalarını kurtararak,

"Birçok mısraları marş mıdır, dua mıdır, farkedilemez haldedir.”

Safahat yalnız kendi devrinin değil, geleceğin meselelerine de tercüman olmuştur. Namık Kemal ile açılan cemiyetçi şiir çığırını en ileri götüren;

Cumhuriyet’de AKİFİN MEZARI

Cumhuriyette çekiç, Abidin Daver, muharririmiz Nurullah Atacın gazetelerimizde “Akifin mezarı” hakkında çıkan bir yazısına tariz etmektedir. Abidin Daver dostumuza biz cevap verecek değiliz. Bunu Nurullah Ataç –Lüzum görürse– sütununda yapar. Biz yalnız üstadın ne dediğini şöylece kaydedelim:

İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİ MEHMED AKİF HAKKINDA -3-

Akif öldükten sonra onun ufülüne ağlıyan gözlerde yine Akifin pürüzsüz samimiyeti okundu. Akifteki mütevazı, gösterişsiz samimiyet, onun programsız kalkan cenazesinde yine aynen fakat bütün haşmetile tecelli etti. Ardında bıraktığı iz; bir damlacık gözyaşından ve nihayet sönüp tükenen bir enin nefesinden ibaret kalmadı. Sütunlarla matem, sayfalarla medhü sena avazeleri yükseldi ve hâlâ yükseliyor.

Ankara’nın yıldönümü

Her gözde bu yaşın buğusu arkasından dirilen ve güneşe ulaşan ümit inancının mısraı da...