“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl"

KURDUN DİŞİSİ VE YAVRULARI

Ulvi olan ancak sükuttur, maadası zaaftır.

Fransız mekteplerinde çocuklara şair Alfred de Vigny'nin Kurdun Ölümü diye meşhur bir şiiri okutulur. Bu şiiri dinlerken çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgarı eser. Fikirlerini hürriyet ve istiklal sevdası alır. Eski bir hanedanın asalet unvanını taşıdığı gibi, hilkaten de asil olan şair Vigny sakin, münzevi, mütevekkil ve ahlaka en yüksek tarifini veren kadim felsefenin Revakıyye mezhebindendi. Kendi yaradılışına tamâmıyle uyan bu mezhebin felsefesini hikaye kılıklı küçük bir şiirde canlandırmış. 

Şair bu şiirinde bir kurt avındaki serencamını anlatır: 

Şair, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar. Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var. Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabiatın böyle tenha bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar. Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyade tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcılara haber veriyor ki: Bu izler oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir. Bütün avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar. Ağaç dallarını ayırarak adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şair Vigny de ne gördüklerini aranıyor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz görüyor: Kurt! Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benziyen bir kımıldanışla kımıldanıyor. Kurdun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru olmakla beraber bir kurt sevk-i tabiisiyle biliyorlar ki düşmanları olan insan oğlu birkaç adım yakında, pusudadır. Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma'nın bânîleri Remus ve Romulus'ü emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi câmid duruyor. 

Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric'at tarîkı kesilmiş, geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyle kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan köpeklerin en ziyade cür'etkarca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün savletiyle sarılıyor, avcılar üstüne vîrâ ateş ediyorlar, vücudunu delik deşik bir hale sokuyorlar, bıçaklarını kurdun böğrüne üşürüyorlar. Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor. 

Kurt, etine kabzasına kadar saplı duran bıçaklarla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor. Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar. Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor. Nihayet nasıl öldürülüdüğünü bilmeğe tenezzül etmeksizin, iri gözlerini kapıyor ve hiçbir ses çıkarmadan ölüyor. 

Şâir Vigny, bu mâcerâdan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmağa karar veremiyor ve diyor ki: Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı! Lâkin bir vazifesi vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeği ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukaabil insanın önünde av avlayan zelîl hayvanların insanla akdettiği ittifaknameye hiç bir zaman dâhil olmamayı öğretmekti. 

Şair Vigny hikayesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin bir cezbesiyle şiirini bitiriyor; diyor ki: "Hayattan ve bütün ıztıraplardan nasıl feragat edilir? Ey ulvi hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz! 

Yer yüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, mâadâsı zaaftır." 

Şair, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor. Asîl hayvan, o son bakışıyle demek istiyor ki: "İnlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak îfâ et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıztırap çek ve öl!" 

Bu kurt hikayesi kaç defa beni derin derin düşündürdü. Zannettim ki şair Vigny bizim maceramızı anlatmış! O erkek kurt, ölen ordudur; o dişi kurt, anne Anadolu'dur, o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar:

“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl"


Yazı ilk defa 4 Mayıs 1337 (1921) tarihli İleri gazetesinde yayınlanmıştır.

Yahya Kemal, Eğil Dağlar, MEB Devlet Kitapları, 1970, s.91

 

Kalkık ve çatık kaşlar

Celâl Bayar, İzmir'deki nutkunda, iktidardakilerin vaktiyle halkın karşısına hep asık suratla ve çatık kaşla çıktıklarını...

MİLLİ MARŞ MESELESİNE DAİR

Dünyada başka hiçbir vasıta tasavvur edilemez ki musiki gibi bir an içinde kulaklardan kalplere inerek ruhlarda bir his ve heyecan dalgası, hatta bir ihtiras fırtınası uyandıracak kudrette bulunsun.

Abdülkerim Erdoğan - Şeyh Tâceddîn Velî

İstiklal Maârşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, 24 Nisan 1920 tarihinde İstanbul’dan Ankara’ya gelir. Tâceddîn Dergâhı şeyhi Şeyh Tâceddin Mustafa Efendi, Mehmet Akif ve arkadaşlarının ikameti için

MİLLÎ MARŞ

Geçen gün Bulgar misafirlerimizle beraber, Beylerbeyi sarayını ziyaret ettiğime çok memnun oldum.

"Bugün için İstiklâl Marşı kadar bilmem ki hangi ulusun “Ulusal Marşı” kuvvetlidir?"

Ufuksuz, berrak semaların yüksekliğinde Türklüğün asil ruhunu.. insanlık için istibdada,

BÜYÜK DOĞU

Bu şiiri Necip Fazıl Kısakürek bundan tam altı sene evvel yazdı.

O zamanlar (Ulus) gazetesi, Cümhuriyetin 15inci yıl dönümü için bir marş müsabakası açmıştı. Gaye, bütün memleket şairlerinin de iştiraki beklenen bu müsabakada kazanacak olan eseri, Cümhuriyetin 15inci yıl marşı olarak değil, İstiklâl veya Türk millî marşı olarak kabul etmekti, Zira Atatürk, Mehmet Akifin İstiklâl marşını sevmemeğe başlamıştı.

İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbinin manevî cephesinde yapılmış büyük ve muzaffer bir taarruzdu.

İstiklâl marşı şairi Mehmed Akif öldü. Onun ölüm haberini duyar duymaz, İstiklâl marşının İstiklâl Harbinde,