(...)
1913 de memuriyetten istifa ettikten sonra Âkif’in mücahedesini hızlandıran gezi olanakları ve 1914 dünya savaşı onun için verimli kaynaklar oldu. Ülkeyi bölge bölge dolaşıyor vaaz ve öğüdler veriyor, yazıyordu. Giderek fiilen Millî Mücadeleye katılıyor. Ülkeyi saran karabasanla boğuşuyordu. Millî Mücadele ve bağımsızlık savaşı başarıyla sonuçlanacak, Türk Ordusunun bu başarısına büyük İstiklâl Marşını armağan ederek Mısır’a çekilecektir.
(...)
M. Zeki Cevahircioğlu - Bahaeddin Cebeci, Mehmed Âkif Armağanı,
MTTB Basın-Yayın Müdürlüğü, Cağaloğlu-İstanbul, Ocak 1972, s.22.
(...)
Nitekim ilk sahte ve perişan gidişin tepetaklak ettiği imparatorluk devrinden sonra, Âkif, Millî Kurtuluş hareketini bütün gönlüyle benimsedi. Anadolu’ya geçti. Mecmuasını oralara taşıdı ve İstiklâl Marşiyle, Türk’ün varolma hamlesindeki mânayı ebedileştirmek istedi. Marşı resmen kabul olundu, fakat ne garip tezattır ki asıl mâna, marşın söylenmeyen mısralarında kaldı. Ortaya çıkan yeni mâna ise, Âkif’in Mısır’a çekilmesine, orada uzun bir müddet bir prensin himayesi altında kalmasına ve İstanbul’a yalnız ölmek için gelmesine sebep oldu.
(...)
Dâva, Mehmed Âkif’i anma vesilesiyle,yarın arkasından muhteşem bir tuluğ;birdenbire bir tepecik üzerinden peydahlanacak şanlı süvari gibi,o büyük adamı ve ardındaki ovalar dolusu yeni gençliği gözlemekten ibarettir.
Ne zaman?...
“Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın...”
(...)
M. Zeki Cevahircioğlu - Bahaeddin Cebeci, Mehmed Âkif Armağanı,
MTTB Basın-Yayın Müdürlüğü, Cağaloğlu-İstanbul, Ocak 1972, s.29.
(...)
Âkif’den beste yapanlar
1 — İSTİKLÂL MARŞI
Muhiddin Nalbandoğlu
1920 yılı Aralık ayı başında birgün Millî Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Müdürü Kâzım Nami (Duru) Bey’in odasına bir kurmay albay girdi. Selâm vererek kendini tanıttı: “Ben Batı Cephesi Kurmay Başkanı İsmet”. Kâzım Nami Bey ayağa kalkarak misafire yer gösterdi. Oturdular. Genç Kurmay bu ziyareti “millî heyecanı koruyacak ve millî azim ve îmanı mânevî alanda besliyerek zinde halde tutacak, bir millî marşın hazırlanmasını teklif için” yapmıştı. İsmet Bey: "Beni size Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur gönderdi.”dedi. Orduca karar verdik” bir İstiklâl Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı ayrı yarışmaya koyarsınız. Herbirini kazanana beşer yüz lira vereceğiz.” Kâzım Nami Bey bu isteğin hemen yerine getirileceğini söyledi. Genelge şeklinde durum bütün okullara duyurulduğu gibi şairlere de bildirildi. Çok geçmeden Orta Öğrenim Müdürlüğüne şiirler gelmeğe başladı. Mehmed Âkif, "kazanacak şaire nakdî bir mükâfat vaat edildiği için” bu yarışmaya katılmamıştı. Maarif Vekili O’na şahsen ve ayrıca müracaat ederek “bize millî bir marş temin edecek şairin bir para cazibesine kapılmaktan çok uzak olduğunda kimsenin tereddüt etmiyeceğini” yazmıştı. Bu arada birinci İnönü Savaşı kazanılmış, Kurtuluş Savaşının zaferi de elde edilmişti. Eli kalem tutanlar daha büyük bir imanla ordunun isteği üzerine eğilmişlerdi. 17 Şubat 1337 (milâdî tarihle 2 Mart 1921) günki Hakimiyet-i Milliye gazetesinin birinci sahifesinde “İstiklâl Marşı” başlığı altında Mehmed Âkif’in bir şiiri çıktı. Koca şair bütün bu felâketlerin üzerinden, korkuyla titreyen kalplere şöyle haykırıyordu:
"Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak...”
Bu şiir bir kükreme gibi bütün yurd ufuklarına yayıldı. Doktor Rıza Nur’un yerine 14 Aralık 1920 tarihinde Millî Eğitim Bakanı olan Antalya milletvekili Hamdullah Suphi Bey, İstiklâl Marşı’nın sözlerine özel bir ilgi gösteriyor. İstiklâl Marşı olacak şiiri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirerek Meclis'in kabul etmesini istiyordu. Yarışma için gelen 724 şiirden çoğu düzen ve duygu bakımından istenileni verecek durumda değildi. Görevi ağır olan Meclise bu kadar şiiri götürüp bir seçme yaptırmak çok zaman alacaktı. Bu yüzden bakanlıkça bir komisyon kuruldu. Bu komisyon 724 şiirden içlerinde Mehmed Âkif’in eseri de bulunan yedi şiiri seçti. Bu şiirler bastırılıp bütün Meclis üyelerine dağıtıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi mali yılın başlaması dolayısı ile 1 Mart 1337(12 Mart 1921) günü toplanmıştı. Oturuma Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Başkanlık ediyordu. Paşa, iç ve dış siyasete dair bir nutuk söyledi. Sonra Balıkesir milletvekili Hasan Basri Bey (Çantay),kendilerine dağıtılan yedi şiirden biri olan Mehmed Âkif Bey’in İstiklâl Marşı şiirinin okunmasını teklif etti. Teklif kabul edildi. Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey bizzat kürsüye gelerek gür ve heyecanlı bir sesle şiiri okumağa başladı. Koca mecliste çıt çıkmıyor, bütün milletvekilleri büyük bir heyecan içinde, bu ulvî haykırışı dinliyorlardı:
“Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl,
Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl”
Şiirin okunması bittiği zaman salon alkıştan inliyor, milletvekilleri gözyaşlarını tutamadılar ağlıyorlardı. Bu son derece heyecanlı hava içinde bir ses yükseldi. Bu ses İsmail Fazıl Paşa’nın sesi idi. Şiirin bir daha okunmasını teklif ediyordu. Teklif alkışlarla kabul edildi. Hamdullah Suphi Bey’in gür sesi tekrar Mecliste yankılanmağa başladı:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım.”
Heyecan yine dinmemişti. Yeni bir teklif üzerine İstiklâl Marşı Hamdullah Suphi Bey’in sesi ile bir defa daha Mecliste inledi:
“Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim îmân dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, Korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar
“Medeniyyet” dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Şiirin Mecliste üstüste üç defa okunması müthiş bir heyecan yaratmış, fakat yarışmanın sonucu alınmamıştı. Meclisin 12 Mart 1337 (25 Mart 1921) günkü oturumunda birçok kanunların görüşülmesinden sonra Hamdullah Suphi Bey söz alarak şunları söyledi: "İstiklâl Marşlarını bastırdık, tarafı âlinizden tetkikle hangisi uygunsa kabul edilsin. Anadolu mücadelesini terennüm eden bu şiirlerden biri ne kadar önce seçilirse o kadar iyi olacak. Bestesini de yaptırabilelim.” Bu görüşmelerden sonra milletvekilleri tarafından başkanlığa birçok önergeler verildi. Bunlarda Mehmed Âkif Bey’in yazdığı İstiklâl Marşının kabul edilmesi isteniyordu. O gün oturuma başkanlık eden Dr. Adnan Bey önergeleri oya koydu. Âkif’in İstiklâl Marşı, Meclisin ezici çoğunluğu ile kabul edildi. Milletvekilleri şiirin Hamdullah Suphi Bey tarafından bir defa daha okunmasını istediler. Başkan: "Mâdemki Marş kabul edilmiştir, ayakta dinliyeceğiz.”dedi. Hamdullah Suphi Bey kürsüye geldi. Bütün Meclisin ayakta ve derin bir huşû içinde dinledikleri şiir bir defa daha tarihi binanın havasında yankılandı:
“Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın
Kimbilir belki yârın belki yârından da yakın?”
Hakimiyyeti Milliye gazetesinin 13 Mart 1337 tarihli sayısında marşın Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildiği bildirildi. 14 Mart 1337 tarihli sayısında da şiir bir defa daha neşredildi:
“Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı;
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı
Sen şehid oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Bütün millet bir ağız olmuş haykırıyordu:
"Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ,
Canı cânânı bütün varımı alsın da hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”
Mehmed Âkif ordunun yarışma için ayırdığı beşyüz lirayı fakir İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulmuş olan Dâr-ül Mesâiye armağan etti. Halbuki kendisinin o sıralarda sırtına giyecek bir paltosu yoktu. O yalnız bir şey istiyordu:
“Ruhumun senden İlâhi şudur ancak emeli;
Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde -benim- inlemeli.”
Yine o günlerde Mehmed Âkif’ten kilometrelerce uzakta birisi, İstanbul’daki Muzika-i Humâyun Şefi Osman Zeki Bey işgâl altındaki şehrin minârelerinde okunun hüzünlü akşam ezanını dinleyerek Âkif gibi o da ayni şeyleri hissediyordu:
“O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım
Her cerihamdan, İlâhi boşanıp kanlı yaşım
Fışkırır ruh-u mücerred gibi yerden nâşım
O zaman yükselerek arşa değer -belki- başım”
Bir gün bu dilek oldu. Beşiktaş’ta işinin başında iken, Türk atlılarının İzmir’e girdikleri haberini aldı. İşini bırakarak üst katında oturduğu, Osmanbey’deki Uğurlu Hanına koştu. Kulakların İzmir’e doğru koşan Türk süvarilerinin dört nal sesleri armonizesine karışan ve artık bir hakîkat olmuş dileğin son satırları uğulduyordu.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Ebediyen sana yok ırkıma yok izmihlâl
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!...”
Osman Zeki Bey apartmandaki dairesine girince koca bir Türk bayrağını bina boyunca sallandırdı. Sonra piyanosunun başına geçerek İstiklâl Marşını nota olarak sahifelere dökmeğe başladı. Bestesi 24 yarışmacı arasında birinci seçildi. Mehmed Âkif 27 Aralık 1936 Pazartesi günü öldü. Edirnekapı şehitliğine gömüldü. Ölümlerde millî marş çalınması geleneği olmadığı halde bu marşın yaratıcısı olduğu için mezarı başında İstiklâl Marşı çalındı. İstiklâl Marşı Âkif’in ölümünden 22 yıl sonra 1 Mart 1958 günü Karacaahmet’te bir mezar başında daha çalındı. Mezar o gün toprağa verilen bestekâr Osman Zeki Bey’in mezarı idi...
(...)
M. Zeki Cevahircioğlu - Bahaeddin Cebeci, Mehmed Âkif Armağanı,
MTTB Basın-Yayın Müdürlüğü, Cağaloğlu-İstanbul, Ocak 1972, s. 30-34.
Pazar günüydü... İzmir treninin gelmesi yaklaştığından bütün halk parktan istasyona doğru akmaya başladı. Gar bir anda hınca hınç dolmuştu.
Öğrendiğimize göre usul dairesinde müracaat ve mezuniyet istihsal edilmeden yapılan içtimalarda zabıtayı...
Yirmi beş yaşında gençlerimiz münşîyi, vak'a nüvis ve divan şairini şöyle bir tarafa bırakalım, İstiklâl Marşını okurken...
Bence İstiklal Marşı, Mehmed Âkif nezdinde neticede bir şiirdir. Onun modern bir ayine dönmesini ve dönüştürülmesini arzular mıydı?
Yurdun düşman elinden kurtuluşunun üzerinden henüz iki yıl geçmişti.
Günün düşünceleri
Öz anası olanlara :
-Senin anan budur!
diye bir başka kadını;
Babası olanlara :
-Senin öz baban bu adamdır!
diyerek yabancı bir erkeği tanıtmağa uğraşan zavallı, gülünçtür de kendi öz inanı, kendi öz ülküsü, kendi öz rejimi ve kendi reyiyle başa geçmiş şefi bulunan bir millete yabancı bir inan, yad bir ülkü, özge bir rejim sunarak :