(...)
İSTİKLÂL MARŞI HAKKINDA
(Mehmet Âkif'in damadı, yazar ve bilgin Ömer Rıza Doğrul, şunları yazmaktadır: Bu yazı Safahât'a İstiklâl Marşı ile birlikte eklenmiştir.)
Mehmet Âkif merhum, İstiklâl Marşını Şubat 1337 (1921) de yazdı. Eser, 1 Mart 1337 günü, Büyük Millet Meclisi'nde, o zaman Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) bey tarafından okundu ve Büyük Millet Meclisi'nin heyecanlı tezahürleri ile karşılandı. B.M.M. bu marşı 12 Mart 1337 (1921) günkü toplantısında resmen kabul etti. O gün eserin değeri hakkında yapılan kısa bir müzakereden sonra milletin ruhunu tercüman olan ve Meclis'in kabulü ile resmî bir mahiyet iktisabeden İstiklâl Marşı'nın ayakta dinlenmek üzere Maarif Vekili tarafından bir defa daha Meclis kürsüsünden okunması» teklif edildi ve kabul olundu. Büyük Millet Meclisinin bütün âzası ayağa kalktılar, derin bir vecd ve coşkun bir heyecan içinde marşı dinlediler. Böylece Marşı'nın kabulü merasimi - 12 Mart 1337 Cumartesi günü, saat 17,45 de nihayet buldu.
Merhum Mehmet Âkif, bu eseri millete hediye etmiş olduğu için onu SAFAHÂT'a almak niyetinde değildi. (Nitekim almamıştır ve merhum Ömer Rıza, Safahât'ın daha sonraki baskılarına ilâve etmiştir.) Birçok dostlar, Marş'ın tam metnini neşretmenin hayırlı bir hizmet teşkil edeceğini söyledikleri için, biz de bu arzuyu yerine getirmek istedik.
Bu münasebetle şu hâtırayı da neşretmeyi münasip görüyorum:
Âkif'in son gününe yakın bir günde, aralarında Hakkı Tarık Us'un da bulunduğu misafirler, Üstad'ı ziyarete gelmişlerdi. (Bunlar o zamanki tek partinin yarı resmî sözcüleridir) Üstad, bitkin bir halde olduğu için yatağına uzanmıştı. Söz arada İstiklâl Marşı'na intikal etmiş ve misafirlerden biri:
— Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demişti. Bîtap bir halde yatan Âkif, birden başını kaldırdı ve kesin bir cevap verdi:
— ALLAH BİR DAHA BU MILLETE İSTIKLÂL MARŞI YAZDIRMASIN!...
Evet, Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklâlini tehlikeye düşürmesin ve bir daha onu, bir İstiklâl Marşı yazmaya mecbur etmesin. (Ömer Rıza)
(Not: İstiklâl Marşı'nın Meclis'çe kabulüne ait diğer bilgiler «Akif’in Hayatı» bölümünde bulunacaktır.
İSTİKLÂL MARŞI’NIN TAHLİLİ
(Ahmet Kabaklı’nın İstiklâl Marşımızın 50. kabul yıldönümü dolayısiyle Türkiye Edebiyat Cemiyeti adına, İstanbul Belediye Sarayı'nda (13 Mart 1971) yaptığı konuşmanın metnidir.)
1. TBMM. de kabul edilişinin 50. yıldönümünü kutladığımız ve büyük şairin, «KAHRAMAN ORDUMUZA» ithaf etmiş bulunduğu İstiklâl Marşı, yazıldığı ölüm kalım devrinin olduğu kadar Türk milletine ait ebedî unsurların da bir destanıdır.
Kaleme alındığı, İstiklâl Savaşı devri, bu marşa olumlu, yapıcı, şikâyet ve isyan na'raları halinde şu mısralarla aksetmiştir:
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim î'mân dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakin,
Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın.
Yukardaki mısralarda, Çanakkale Zaferini yapan Mehmetçik'e tam bir güven ile — «Çanakkale Şehitleri»ndeki cenk sesi, iman sesi — birlikte duyulmaktadır. Ayrıca vatan uğrunda «feda» olmanın kudsiliği, şairin büyük telkin gücüne eklenen ve sadece Mehmet Akif’e ait olan «vatanî lirizm» bu mısraların gücünü teşkil eder. Şair her mehmetçiğin ve tereddütlü olan ya da olmayan her gencin ruhuna bir anne sesi ile, yumuşak ve doyurucu söyleyerek ikna etmektedir.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şühedâ
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Bununla birlikte İstiklâl Marşı'mızın Çanakkale Şehitleri'ndeki tasvir ve hitap lirizmini de aşan gücü milletimizin «ölümsüz değerleri» dile getirişindedir.
Yüzyıllar boyu başarılarımıza hem sebep hem kaynak olan ulûhiyyet duygusu bu Marş'ın temel motifidir:
«Hakka tapan milletimin hakkı İSTİKLÂL» dir. Çünkü o, Allahın adını yüceltmeye «hâdis» lerle mamurdur. Bu sebepten İstiklâl onun hakkıdır. Türk'ün «imân dolu göğsü», şüphesiz Garb'ın ve bütün istilâcıların, uçaklı, zırhlı, ezici silâhlarından daha kuvvetlidir. Nitekim bu imânın zaferi, Çanakkalede bütün istilâcı cihanın teknik dehşetine karşı kazanılmıştır.
Türk'e zaferi «Allah vaadetmiş» tir. Bunun için hiç şüphe yok O'nun vadettiği günler doğacaktır...
Ruhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâmahrem eli
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
İstiklâl Marşı'nda büyük Âkif’in Anadolu ve İstiklâl savaşı günlerinin büyük gerçeğini gördükten sonra vardığı yeni bir merhale daha koyu milliyetçilik, Türk'e ayrı bir üstünlük verme safhasıdır. Nitekim önceleri bazı ince sebepli tereddütle karşı çıktığı «ırkım» kelimesini bu Marş'ta iki kere kullanmaktadır:
«Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihiâl!».
Burada vatan, bir felsefî kavram olmaktan çıkıp, düşman ayağı altında çiğnenen bir gerçek, baba ocağı olmuştur. Onu rasgele topraktan ayıran değeri ise çok büyüktür:
«Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.»
Nihayet Marş'ın bir pembe yıldızı olacak şekilde güzel günler geleceğini vâdeden Ümit teması dile getirilir. Ve Bayrağa saygı hissi takdis edilir:
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
«Vatan», Namık Kemal'de bir bakıma nazari kavram, yepyeni heyecan ve aşk unsuru idi. Kemal'in terennümleri romantikti. Sonraları vatan'ın Ziya Gökalp'de bir «sosyal muhteva» kazandığını Yahya Kemal'de ise üzerinde alınteri, ve ecdat kanı bulunan... Ata mezarları, mabetler, âbidelerle donanmış bir kutsî hakikat haline döndüğünü gördük. Marksistler ise, herşey gibi onu da kudsiyetinden sıyırıp sefil, perişan ve bütün dünyadaki kara parçalarına benzer topraklar yığını hâlinde takdime çalışırlar.
Âkif’in İstiklâl Marşı'nda bütün bu anlayışlardan ayrı ve başka mânâda kudsî bir vatan telâkkisi ruhları doldurur:
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı.
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Burada Sakarya'sına kadar işgal edilmiş vatanın gaazi çehresi karşısında büyük acı, vatan sevgisinin bir destanı şeklinde dile gelmektedir. Rasgele topraktan farkı ise, uğrunda şehit olmuşların dinî millî vakıası halinde ifade olunmaktadır.
Mehmet Akif’te müstemlekeciliğe (emperyalizme) lânet teması, bilhassa Balkan Bozgunu'ndan sonra çok sık tekrarlanan bir temel motif olmaya başlamıştır. Balkan Bozgunu bize emperyalist ve haçlı Avrupa'nın müşterek ve nâmert bir komplosudur. Âkif, bu hakikati yaralı vatanseverin acısı ile Hakkın Sesleri'nde dile getirmiştir:
Tükürün EhI-i Salib'in o hayasız yüzüne
Tükürün onların asla inanılmaz sözüne
Medeniyyet (!) denilen maskara mahlûku görün
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün.
Bu haçlı ve sömürüsü istilâcılık, Çanakkale'de artık uşaklarını değil bizzat kendi gücünü, zırhlılar, tayyareler ile kullanmış fakat Mehmetçik'in iman dolu göğsünde sönmüştür. Âkif, haksızlığa ve o mağrur tahrip medeniyetin! olan lânetini burada tekrarlamıştır.
Ah o yirminci asır! yok mu o mahlûk-ı asîl
Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkiyle sefîl
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz
Medeniyyet! denilen kahbe, hakikat yüzsüz.
Nihayet aynı «Medeniyet» bu sefer Yunanlıyı kucaklayarak ve silâhlandırarak İzmir'e çıkarmış sayısız Türk kanı dökmüş, vatanımızı işgal ile ırzlara, canlara saldırmıştır. İşte İstiklâl Marşı'nda:
Ulusun, korkma nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar!»
Mısraları, bu devamlı tecavüzleri kınamak için söylenmiştir. Burada Âkif, Safahât'ın her sayfasında övdüğü gerçek medeniyeti değil onun emperyalizme âlet olan tecavüz ve cinayetlerini hicvetmektedir. Âkif, böylece Türk şiir ve tefekkür âleminde emperyalizme bayrak açan ilk büyük sestir. Böylece İslâm dünyasının sömürgeciliğe isyanını dile getiren, Asya ve Afrika müslümanlarında doğacak istiklâl aşkının ilk kıvılcımlarını saçan büyüklüğü kazanır.
Hiçbir büyük adam tanımıyoruz ki «ümitsiz» olsun. Karalamak ve her şeyi kötü, batık, bitik göstermek ancak kötülerin ve kötü ideolojilerin sömürgeciler hesabına ihanetleridir. Mehmet Âkif, değil hâdiseleri karartmak, tam tersine müslüman ve insan ahlâkının icabı ümitli, iyimserdir. Karanlık ufukların ardından doğacak şafağı düşünün Bir hadîs'e de istinat ederek çok kere:
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak
Bilmem ki ölüm var mıdır ondan daha alçak
gibi imân vecizeleri söyler. Nitekim İstiklâl Marşı dahi bir Ümit türküsüdür. Düşmanın Sakarya boylarından Ankara'ya girmeye hazırlandığı günlerde o:
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakkın,
Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın.
mısralarını, kazanılacak İstiklâl Savaşının bir teminatı olarak söylemiştir.
(...)
Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif,
Toker Yayınları, s. 20-26.
(...)
«Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ», derken toprağın altını düşünüyordu:
«Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!»
Hamdullah Suphi, Büyük Millet Meclisi'nde İstiklâl Marşı'nın bu iki mısraını okurken Nafia Vekili Fazıl Paşa hazırlanıyordu: şiir bitince tekrar okunmasını haykırarak rica edecekti. Ve üç kere haykırıyor, mebuslar, marşı, ayakta dört defa dinliyorlardı.
Çünkü İstiklâl Marşı güzeldir; ancak bu şiirden daha güzel birşey vardır: İstiklâl Marşı'nın yazana yakışması.
Hastalığında ona,
— Bu şiiri niçin Safahât'a koymadın? dedim.
— O benim değil, memleketimindir! dedi.»
Bu marş, milletin perişan ümitsiz olduğu bir zamanda yazılıyor fakat Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal gibi, Doğacaktır sana vadettiği günler Hak'kın - Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın... gibi bir çok mısraları ile ufkumuza imân ve irâde yıldızları serpiyordu. Nitekim Kurtuluş Savaşının acı safhaları bundan sonra başlamış, düşman Sakarya'ya kadar gelmiş, hattâ Devlet merkezinin Kayseri'ye nakli bile düşünülmüştü. Bütün yurtseverler gibi Âkif de Ankara'dan ayrılmak şöyle dursun, tersine bu telâşın yersiz ve sebepsiz olduğuna, ordularımızın bir gün mutlaka zafer kazanacaklarına dair sonsuz azim ve imânını dile getiren makalesini ve şiirlerini Sebilürreşad vasıtasiyle bütün memleketin cephelerine yayıyordu. M. Âkif'in, Meclis'teki cesur mebusların azmi ile perçinlenen bu duyuşları, karar verildiği halde, T.B.M.M. nin Kayseri'ye naklini ve böylece millî maneviyatın yıkılmasını önlemekte büyük dayanaklar olmuştur. «Biz, buradan geriye gitmektense, Sakarya cephesine, askerimiz gibi vuruşup şehit olmaya gideriz!» diyen yiğit için yazdığı destan ise; Anadolu kurtuluşu'nu en kara günlerde imanlı bir ümit sezgisiyle ve irade gücüyle terennüm eden şiiri de İstiklâl Marşı'dır. İstiklâl Marşı'nın yazılışı ve kabul edilişini, Mehmet Âkif'i iyi anlayan hayran dostu şair Mithat Cemal'den okuyalım:
«İstanbul'da (bazı) gazeteler (ve siyasîler) manda isterken Âkif’in göğsü, bir gün Ankara'da yazacağı İstiklâl Marşı ile doluydu. Yalnız, marşın sesini Ankara'da buldu.
Bu henüz sesi bulunmayan marş için Maarif Vekâleti müsabaka açtı. Fakat 724 şairin girdiği yarışı, kazanacak olan şair, tuhaf bir sebeple henüz girmiyordu. Çünkü kazanana para vereceklerdi. Âkif nasıl girerdi? Memleketin kurtulacağını para ile mi söyleyecekti?
Maarif Vekili Hamdullah Suphi'ye göre, Marş'ı Âkif yazardı. Yalnız ikramiyeli bir işe Âkif’in girmeyeceğini biliyordu. Ve onun bu ikramiyeyi almamasını, şu mektubu yazarak temin etti:
«Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirâk buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbir vardır. Zâtı üstadânelerinin matlup şiiri vücude getirmeleri, maksadın husulü için son çare kalmıştır. Asîl endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.»
(2 Şubat 1337, Umuru Maarif Vekili Hamdullah Suphi)
Bu mektup üzerine şiir artık iş değildi ve Âkif, müsabakaya girdi.
(...)
Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif,
Toker Yayınları, s. 36-37.
Zonguldaklı, tanımadığım bir gençten bir mektub aldım. Bana hitab eden yazısını “Çelikel lisesinden Zeki Kandemir” diye imzalayan bu genç diyor ki:
“Zonguldakdayım. Hergün güneş gurub ederken bir manga asker, başlarında komutanları olduğu halde hükûmet konağı önünde bayrak merasimi yapıyorlar...
Umutların bulutlandığı o kara günlerde hırslar, kırgınlıklar hep unutulmuş, herkes şahsi emellerini bir kenara atmış, bütün fikirler ve gönüller bir noktada toplanmıştı.
Yeni Adam'ın 16’ıncı sayısında Şair Mehmet Akif hakkında ankete bir cevabım neşredildi. Bu cevaba mecmuamızın 173'üncü sayısında Sadettin Öcal "inkar edilemiyen sanat" diye bir cevap veriyor.
Hele Safahat’ı –şiirden anlamadığımı göstermek için söylemiyorum– bugün baştan sona okumaya kalkışsam afakanlar boğar sanırım.
İstiklal marşı, bir marş olarak, yani beste bakımından belki kusurlu bir eserdir, fakat tarihsel ve bediî değeri inkar edilemiyen bir şaheserdir.
(Rubabı Şikeste) müellefini, cihan harbi içinde kaybetmiştik..
Fikret’in ölümü, birçok münevverlerle perestişkârlarını derin ve sonsuz bir keder içinde bırakmıştı. Bu derin ve sonsuz keder içinde, onu ihmal eden devrin hükûmetine karşı dudaklarda iğbirarın korkak fısıldayışlarile ifşa edildiğini hatırlarım. Yahud, harb yıllarının sıkıntılı şartları içinde hükûmete küsmüş olanlar, bir hak kazanmış gibi bu noktada birleşmiş oluyorlardı…
Öğrendiğimize göre usul dairesinde müracaat ve mezuniyet istihsal edilmeden yapılan içtimalarda zabıtayı...