Şimdi, dediğim gibi Mehmet Sayın’ın konuşmasından kalkarak bir iki kelime nakledeceğim size. O da Yunan Parlamentosunda söylenen şey: “Biz 1453’de yarım kalan ayini tamamlayacağız.” Ayasofya’da tekrar herhalde Hıristiyan ibadeti yapacaklar, ayin yapacaklar ne yapacaklarsa. Şimdi bu, anlaşılması gereken bir şey. Zira, Gaza Beylikleri sebebiyle, Gaza Beyliklerinin varlığı sebebiyle bizim bir vatanımız var. Yani, altı yüz sene sürdüğü söylenen Osmanlı Devleti’nin mirasçısı değiliz. Biz Gaza Beyliklerinin mirasçılarıyız. Bunlar, bazıları açık bir şekilde ihtida etmiş Ermeni ve Rumlardı. Bu Gaza Beyliklerinin kendileri yani. Bazıları da gazilerin topluluğuydu vesaire. Şimdi Osmanlı Devleti fetihlerde bulundu. Ve Osmanlı Devleti’nin başında bulunan kişilerin Doğu’ya doğru sefer yapan ilki Yavuz Sultan Selim’dir. Ben bu vakayı dünya tarihi çerçevesinde manalandırdım, çünkü o zamana kadar o büyük keşifler tamamlanmış değildi. Ama Yavuz Sultan Selim’in saltanat sürdüğü yıllarda Portekizliler Ümit Burnu’nu aşarak Hint Okyanusu'na çıkmışlardı; hatta Yemen’e asker çıkardıkları da rivayet edilir. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim Mekke ve Medine’yi Osmanlı Topraklarına katarak eğer bu şehirlere müdahale etmeye kalkan bir devlet olursa Osmanlı’yla çatışmayı göze alması lazım şeklinde bir akıl yürütmeyle bu işi yaptı. Neyi ne kadar yaptı onu bilmiyorum. Yani, “Şu kadar Alevi öldü” gibi sözleri duymuşsunuzdur Çaldıran dolayısıyla. Dünya siyaseti dünya tarihi için gerekli malzemeyi verir bize. Yani, tarih dediğimiz şey birkaç adım geriye gidip dünyayı görmekle tarif edilebilecek ve yazılabilecek bir şey değildir. Tarih her halükârda bir kavmin tarihidir. Hegel tarihin yargısının tarihin sahnesi olduğunu söyler. Yani tarih sahnesinde olmak tarihin yargısına katkıda bulunmak anlamına gelir. Bunu tabii henüz Almanya İmparatorluğu'nu ilan etmeden önce, yani 1871’den önce söylemiştir: Prusya’yı dünyanın ideal devleti olarak görmüştür Hegel ve kendini de dünyanın en büyük filozofu görmüştür. Hatta şöyle bir şey nakledilir onun ağzından: “Önceleri ne yazdığımı bir ben biliyordum bir de tanrı; ama artık ben, ne yazdığımı bilmiyorum.” diyordu Hegel. Şimdi Türk Milleti’nin tarihi bir şey ifade etmesi lazım. Türk Milleti’nin tarihinden bir mana çıkarmamız lazım. Eğer bunu beceremezsek Türkler dünya tarihinden tardedilir.
İstanbul’un fethi gerçek bir fetih midir? Bu soruya “evet” diye cevap vermek gerekir diye düşünüyorum -bunu yazdım da- çünkü Türkler bu şehri ele geçirdikleri zaman her yükseltiye -yedi tepe diye biliyoruz burayı- bir camii diktiler. Ve böylece İstanbul’un ister karadan yaklaşın ister denizden yaklaşın, silueti değişti. Yani, Bizans olduğu zaman İstanbul bir şekilde görünüyordu ama fethedildiği zaman başka bir şekilde görünmeye başlandı. Yani dünyanın ümidinin Hıristiyanlık değil İslâm olduğunu ilan etti Türkler dünyaya. Hatta bu o kadar etkili oldu ki 19. Yüzyılda Fransız şairi De Lamartine “Eğer dünyaya son kez bakma şansı size verilirse bu şansınızı İstanbul için kullanın” dedi. Yani, 19. Yüzyılda hâlâ İstanbul dünyanın görülmeye değer en iyi şehriydi.
Mehmet Sayın’ın söyledikleri dolayısıyla söz almak istediğimi beyan etmiştim. 1830’dur Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi.1826 Yeniçeriliğin kaldırılmasıdır. Yani dört senede Yunanlılar dünya çapında yaptıkları diplomatik faaliyetlerle bir Osmanlı toprak parçasını kendi vatanları olarak dünyaya ilan ettiler ve arkalarında tabii kocaman bir Hıristiyan alemi vardı. Sadece Ortodokslar değil, Katolikler, Protestanlar da bir Hıristiyan milletin doğmasını iyi buluyorlardı çünkü Osmanlı Devleti’nden bir parça almıştı. Yani, onun için Ermeniler saraya dönüp dediler ki: “Biz bunların yaptığını yapmayacağız. Biz Osmanlı mülkünden bir parça koparmayacağız. Biz tebaa-ı sadıkayız.” dediler. Yani Osmanlı nasıl bir siyaset güttüyse bilhassa Balkanlar'da idari yapılarının ideal olduğunu orada yaşayan insanlara kabul ettirmişlerdir. Onun için o idari yapının başında olan kişi padişah, Büyük Türk, çocuklarına isim olarak verilmiştir. Yani Macarlar “zoltan” diye bir isim kullanırlar, “sultan” demek. Sırplar “zlatan” diyorlar. Yani bunlar Türklerle dişe diş savaşmış olan kavimler. Yani hatta bir tanesi padişahı öldürdü; bir Sırp yaralı, ölmüş numarası yaparak. Diyeceğim şu: Yeniçeriler Rumlar'ın niyetlerini bildikleri için nerede Rum Bağımsızlığına giden bir faaliyet varsa gidip orayı darmadağın ediyorlardı ve bir daha o işi yürütemiyordu Rumlar. Yani eğer 1826'da Yeniçerilik kaldırılmamış olsaydı 1830'da da Yunan İstiklâli söz konusu olmazdı. Fakat bu işin, Yunanlılar açısından görünüş hali. Asıl Türkler İstanbul'un Fethi'nden sonra Hıristiyanlara ve Hıristiyanlığa karşı nasıl bir tavır takındılar? İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra -birkaç hafta da olabilir birkaç ay da olabilir- Fatih Sultan Mehmet Rum Patriğini yanına çağırarak ona bir ferman verdi. Yani dedi ki; sen bundan sonra eskiden olduğu gibi bütün Ortodoksların başısın. Ferman. Kısa bir süre sonra da Ermeni Papazlarını çağırdı. Onlara da dedi ki; aranızdan bir Patrik seçin. O güne kadar, yani Fatih Sultan Mehmet bu emri verinceye kadar Ermenilerin dini bir kurumu yoktu. Papazları vardı fakat organize değillerdi. Böylece ilk defa diğer Hıristiyan cemaatler karşısında söz sahibi olan bir zümre oldular.
İstanbul'un Fethi dünya siyasetinde bir aktör olmayı sağladı Türklere. O zamana kadar yürüttükleri politika İstanbul'un fethiyle değişti. İstanbul hem fiziki olarak hem de ruhi olarak Bizans'ın yerini almaya başladı. Bunun ispatı nedir biliyor musunuz? Fatih Sultan Mehmet'in Bellini tarafından yapılmış portresi. Portrenin iki tarafında üçerden altı taç vardı. Bunlar Doğu Roma'nın vilayetleriydi, yani patriklikleriydi. O resmin dil ile ifadesi şudur: Doğu Roma tahtında bir sarıklı oturuyor. Resme dikkatle baktıysanız sarık normalin üzerinde büyüktür yani bir kafa o sarığı taşıyamaz. Yani ressamlar ne yaptıklarını bilirler onun için bu işe kafa yormuş olan insanlar derler ki; onun ressam olup olmadığına karar verin. Eğer ressamsa yaptıklarını eleştiremezsiniz çünkü çok hileli bir şekilde size bir şey söylüyordur. Yani ne dediğini çözmeniz gerekir. Ve öyle de olmuştur, büyük ressamlar hep çok büyük fikirlerin gerçekleştiricileri olarak eser vermişlerdir.
1453 Hıristiyan yılında ki Hicri olarak 857 yılında fethettik İstanbul'u ve bununla İslâm dünyasının liderliği rolünü üzerimize almadık. Fiilen öyleydi. Fiilen, İslâm dünyasının lideri İstanbul'da oturan Kalemiye idi netice itibariyle. Fakat devlet siyaset olarak bunu benimsemedi. Sadece dünya kültürü içinde kendisinin çok mümtaz, çok saygıdeğer bir yeri olduğunu kabul ettirdi. Bunda da Yahudi Lobilerinin çok büyük tesiri olduğu nerden belli? İki şeyden belli. Bir, Yavuz Sultan Selim Filistin'den geçerken Roma'nın koyduğu yasağı kaldırdı. Roma İmparatorluğu Filistin'de Yahudilerin yaşamasını yasaklamıştı. Onun için diaspora diye bir şey var. Yani Romalı dedi ki “siz bundan sonra burada oturmayacaksınız, nereye gidiyorsanız gidin.” O yüzden Yahudiler iki ana göç yolu benimsediler. Birisi Anadolu-Balkanlar üzerinden Almanya'ya gittiler; bunlar Eşkenazi Yahudileridir. Diğeri Mısır-Libya-Fas üzerinden İspanya'ya gittiler; bunlar da Sefarad Yahudileridir. Bunlar son yüzyıllarda aralarında evlenmeğe falan filan başladılar ama önceden sen Sefaradsın ben Eşkenaziyim diye evlenmezlerdi bile. Ciddi inanç farklılıkları vardır. Uygulamada çok farklıdırlar. Onun için yani sanki başka bir dinmiş gibi bakarlar birbirlerine. Ama Yahudilik, Yahudiliktir. Çünkü eğer bir Yahudi anadan doğduysan senin Yahudiliğini sen bile üzerinden atamazsın yani başka bir dine girmekle Yahudilikten kurtulamazsın. Böyle düzenlemişler, tarih öyle akmış. Ve ondan sonra da tabii bir düzen kurdular. O düzene de hepimiz riayet etmek zorunda kaldık. Nasıl? Bu yaşama düzenimizle. “Masa.” Bunun Latincesi “mensa”. Eskiden -şimdi revizyondan geçmiş herhalde- masa deyince Kamus-i Türki'de ne yazıyor? “Hıristiyanların yemek yemek için kullandıkları cihaz.” Yani öyle bir şey bu masa. Ama artık bizim masamız var, biz masada yemek yiyoruz. Yani yerde yemek yiyen kaç kişi var burada, bilmiyorum. Hiç kimse yok görüyorsunuz ki. Ben çocukken evde yerde yemek yerdik. İki ağabeyim, birisi önce Erzurum Muallim Mektebi'ni bitirdi, sonra da Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdi; resim öğretmeniydi. Diğeri de önce Kuleli Askerî Lisesi'ni bitirdi sonra Harp Okulu'nu bitirdi; subaydı. Onların etkisiyle biz masada yemek yemeye başladık. Yoksa yerde yemek yerdik. Hiç bundan da bir gariplik hissetmezdik yani çok yerinde bir şeydi bizim için.
Yunanlıların bu davayı gütmeleri, her ne kadar “biz tebaa-ı sadıkayız” dese de Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin tarihin çöplüğüne atılacağını Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz anladıkları zaman bütün gayrimüslim unsurlar hangi toprağı kopartabileceklerinin hesabına daldılar ve ona göre hareket ettiler. Yani Yunanlıların istiklâllerini ilan etmeleri bütün gayrimüslimlere bir ümit ışığı oldu. “Onların yaptığını biz de yapabiliriz” dediler ve sonunda, aslında sonunda diyoruz ama başından itibaren, yani Türkler ticaret yollarına hâkim oldukları zamandan itibaren -Balkanları ele geçirip bilhassa- yani bütün batı, Türkleri tarihten tasfiye etmenin yollarını aradı. Ve sonunda -onları biz çocuklarımıza öğretemiyoruz çünkü kendimiz bilmiyoruz- Türk Milleti'ni doğru yoldan çıkarmak için Hıristiyanlar çok özel yöntemler uyguladılar. Cumhuriyet ilan edildiği zaman -Atatürk devrimleri diyoruz şimdi biz, o zaman sadece inkılaplar denirdi- bunların toplum üzerindeki tesirlerini fark eden Avrupalılar dediler ki; “Biz Türk gençlerini Hıristiyan yapmayacağız, biz Türk gençlerini o şekilde yetiştireceğiz ki yaptıkları bütün tercihler bir Hıristiyan’ın yaptığı tercih olacak. Ben Hıristiyan’ım demeyecek ama bir Hıristiyan hangi şeyi seçerse o onu seçecek.” Öyle yaşıyoruz hâlâ. Cep telefonunda herhalde dünya birincisiyiz. Yani akıl almaz bir şey bu. Mesela ben kendim İspanyolca dersi alırken öğrenmiştim. İspanya’da barlara cep telefonunuzu sokamıyorsunuz. Vestiyer gibi cep telefonu teslim ettiğin yerler var girişte, onu koyuyorsun, ondan sonra giriyorsun bara. Çünkü adam yani başka bir bar müşterisi karşısında cep telefonuyla konuşan adam istemiyor. Bu yüzden öyle bir formül bulmuşlar. Çıkarken alıyorsun cep telefonunu gidiyorsun. Böyle bir yöntem. Yani Batılıları bile “Batı kullanış” biçiminde geri bıraktık. Bunu defalarca bu çatı altında ifade ettim. Senelerden beri inşaat yapılıyor Türkiye’de ve hiçbir şekilde kolay abdest alınır lavabolar yapılmıyor. Tam tersine daha da inatlaştılar. Şimdi muslukla lavabo arasına sokamıyorsun ayağını. O kadar darlaştırdılar onu. Yani böyle şeyler olageldi. Yani Türkler Ortodoksların pozisyonunu benimsediler. Çünkü daha Türkler İstanbul’u fethetmeden önce Roma’daki Katolik Kilisesi bir aforoz gönderdi Fener Patrikhanesine. Geldi bir papaz, Romalı bir rahip. Aforoznameyi onların mihrap yerine kullandıkları şeye bıraktı. Bunu fark eden başka bir Ortodoks rahip de gitti ayağına kapandı “ne olur al onu geri götür” diye, ama götürmedi adam. Sonra buradakiler de bunun altında kalmamak için Papa’yı aforoz ettiler. Böylece iki alem -Ortodoks ve Katolik- ne zamana kadar, 1965 yılına kadar birbirilerini kafir bildiler. Yani Roma İstanbul’u, İstanbul Roma’yı. Ben gittim Atina’ya. Yani hâlâ yaşıyor orada. Ne yaşıyor? “They are Catholic” “Onlar Katoliktir” diyorlar. Yani kötü bir şey, ayıp bir şey söylüyormuş gibi “Onlar Katoliktir” diyorlar. Yani yaramaz insandır. Çünkü daha önce buranın papazları, Ortodoks papazları “biz İstanbul’da tiara görmektense -üç katlı bir Katolik başlığı var- tiara görmektense sarık görmeyi tercih ederiz.” Diyorlardı. Tabii bunu söyleyen adam sarığın da Hıristiyanlardan Müslümanlara geçtiğini bilmiyor. Bir şey yürütüldü, Türk tarihi diye yazdıkları şeylere bakarsanız içiniz ezilir, benim eziliyor. Yani bunu nasıl yapmışlar diye. Her şey için. Her şey için. Saray entrikaları için değil sadece. Ordu içinde olan şeyler için, kurumlar içinde olan şeyler için. Bunu nasıl yapmışlar, bunu nasıl göze almışlar diyorsun; eğer bir Müslüman hassasiyetin varsa. O yüzden bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak gerçekten Türk olmayı önce şekillendirmemiz lazım. Yani “Bu adam Türk değildir” demeli birileri. Yani biz öyle bir şekil bulmalıyız ki “Türk olsa bunu yapmazdı” deriz insanlar için. Yani birkaç yıl önce Afganlı mı, Özbek mi gelmiş, adamın yanında çalışmaya başlamış, sonra istifa etmiş "sen" demiş, "senin verdiğin para helal değil, çünkü %100 yündür yazıyorsun ürünlerin üzerine, ben biliyorum %100 yün değil. Böyle satıyorsun, senin ödediğin para helal değil" demiş, almamış. Üstelik birikmiş parası da varmış yani alacağı olarak. Biz böyle bir şeyi hesaba katmıyoruz, “gavurdan gelsin de nasıl gelirse gelsin” rahatlıkla diyebiliyoruz.
Şimdi dinin esasıdır bu: Ümitsiz olmak küfürdür, Allah'tan emin olmak küfürdür. İkisi de küfürdür. Bu iş olmaz dersen kafir olursun. Bu iş olur dersen gene kafir olursun. Yani çünkü Allah'tan emin olmak da küfürdür.
Biz kelime-i şehadet getirdiğimiz zaman zaten hiç kimsenin ele geçiremeyeceği bir güvenlik alanı elde ederiz, emniyet elde ederiz. Edemiyorsak kendimizi neremiz sakat diye tekrar revizyona tabi tutmamız lazım. Yani o yüzden Müslümanlar kardeştir. Mekke'den Yesrib'e hicret etti Müslümanlar. Ondan sonra orası Medine-i Münevvere oldu yani Resulullah düzeni sağladıktan sonra Medine-i Münevvere oldu orası. Ensar’dan birisi Muhacir’den birisine diyor ki; kardeşiz artık, benim mallarım şunlar, ne kadarını istiyorsan sana vereyim. Hatta diyor iki karım var, göstereyim sana onları hangisini istiyorsan onu boşayayım diyor. O da diyor ki: “Yok, senin her şeyin yerinde kalsın. Sen bana pazarın yolunu göster, ben ticareti çok iyi bilen bir adamım” diyor.
Biraz önce Gökhan Göbel söyledi, birçok şikâyetimiz var İstiklâl Marşı Derneği'nden. Ama İstiklâl Marşı Derneği olduğu için Türkiye değişti. Bunu fark etmedi insanlar çünkü İstiklâl Marşı Derneği'nin damgasını vuracağı şeylerden korkmaya başladılar. Dolayısıyla onlar da onu yapıyormuş havasına girdiler yani. Ne olur, ne olmaz, bunu bilmiyorum tabii ki bizim politik bir yüzümüz olmadı. Yani bugün bir “miting” düzenlemeye kalksak belki yine bu kadar insan toplarız. Ama böyle başlamadık, bundan çok korkuldu, böyle olacağından ve adım adım bunun tedbirleri alındı ve bilhassa dernek içinde alındı. İstiklâl Marşı Derneği bünyesinde bizim makam tahsis ettiğimiz insanlar İstiklâl Marşı Derneği'nin aleyhine çalıştılar. Yani bu bariz bir şey, göz göre göre olan bir şey.
Yayın üzerinden bir işe yarayacağımız söylenebilir. Yani yayınlarımız bir mana ifade ediyor ve daha doğrusu sapma ifade etmiyor. O çok önemli bir şey. Dediğim gibi Türk Milleti'nin tarihi aynı zamanda İslâm'ın tarihidir. Yani Türkler Bağdat-Şam ekseninde itibarlı sayılan İslâm beldesini İstanbul’a taşıdılar. Bu da iyi mi oldu kötü mü oldu, onu da tartışabiliriz çünkü bir laf vardır: "İlim Aksaray'a inmez, ilim Fatih'te kalır." Halbuki onlara halka dini öğreten insanlar olma rütbesi bağışlanmıştır. Yani alimler halka dini öğretmekle vazifelidirler ama bunu yapmadılar. Yapmamakla kalmadılar Batılılaşma modası başladığı zaman devlet menfaati İslâm menfaati manasına geldi. Devlet için doğru ve yerinde olan, İslâm için de doğru ve yerindedir anlamına geldi. O yüzden de Cumhuriyet ilan edildikten sonra inkılaplar tereddütle karşılandı. “Devlet istiyor madem yanlış olamaz” fikri insanların aklındaydı. Tramvay çalışmaya başladığı zaman bir adam: "Onlar Müslüman değil mi niye biniyorlar da biz binmeyeceğiz!" falan diyordu. Yani hâlâ Türk Milleti'nin kafasında “Müslüman doğru şeyi yapar” fikri var. Ve böyle olagelmiştir. Hâlâ böyle midir? Bazen, Allah rahmet eylesin Lütfi Hoca anlatırdı “bizim orada filanca vardı, filanca vardı” diye bunlar doğrudan doğruya bugün İstiklâl Marşı Derneği'nin savunduğu şeyleri savunan ihtiyarlardı. Nerden nereye geldik? Ve nereye gideceğiz? Bu soruyla bitireyim. Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için.
İsmet Özel - İstanbul Şube Kurulu Konuşması (9 Şaban 1443 / 12 Mart 2022)
İstiklâl Marşı Derneği’nin yayınladığı “Çelimli Çalım” mecmuamızı üçüncü sayısı çıktı. 24 sayfa olarak hazırlanan mecmuamızda dernek üyelerimizin yazıları ve Genel Başkanımız ile yapılan "İstiklâl Harbi Bitti Diyenler Tasfiye Edilmeli!" adlı mülakat yer alıyor.
İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciliği açılıyor.
İstiklâl Takvimi’nin 1436 senesine ait nüshası yeni resimleri, yeni dersleri, yeni temrinleri ve yepyeni şekliyle neşrolundu.
Geçtiğimiz yaz Hindistan'ın başşehri Yeni Delhi'de iki gökdelen kaçak yapı olduğu gerekçesiyle...