Gökhan Göbel:
Selamun aleyküm, hepiniz hoş geldiniz. Toparlanın Gitmiyoruz üç cilt halinde neşrolundu. Bu sloganın birçok ehemmiyeti var. Bir tanesini hususi zikredeceğiz. Önce İsmet Özel'in Cuma Mektupları'nda “Toparlanın Gidiyoruz” başlıklı bir mektup vardı Temmuz 2001 tarihli. Sonra 11 Eylül 2001 hadisesinden hemen sonra o mektupların yayınlandığı Gerçek Hayat dergisinde bir ilan var, ilan şöyle: “Toparlanın Gitmiyoruz, İsmet Özel'in Konferansları Başlıyor.” Yani bu slogan 11 Eylül 2001'den hemen sonra ortaya atılmış bir slogandır, bunu bilmekte fayda var diyorum. Aynı zamanda bu slogan İsmet Bey'in üç ciltlik kitabının ismi oldu. Sonra TİYO o kitabı tekrar neşretti ama önceki edisyonla çok bariz farkları olan bir kitap bu. Evvela hacim olarak önceki edisyonun üç katı diyebileceğimiz kadar büyük çünkü hem sayfa sayısı hem de kitap ebadı bakımından öyle. Bu kitapta İsmet Bey'in Sorulunca Söylenen kitabına girmeyen mülakatları, kitaplarına girmemiş yazıları, basın toplantıları, bazı konferansları yer alıyor. Biz bu kitabı hazırlarken aslında en çok uğraştığımız şey yayın vesilesiyle İsmet Bey'in yazılarına yapılan müdahaleyi izale etmek oldu. Bunların bir kısmı konuşma olduğu için konuşmaları deşifre ederken veyahut gazetelerde, dergilerde yayınlanırken İsmet Bey'in sözlerini söylediği şekilden farklı bir şekle sokarak yayınlamışlar. Bilhassa manşetler, ara başlıklar öyle yayınlanmış. Biz bunları izale etmeye çalıştık bu baskıda, hepsini aslından kontrol ederek. Çünkü bu mühim bir şey, İsmet Bey bir söz söylerken bunu sarahatle ve fesahatle söylüyor ve bu söylediklerinin illaki dayandığı bir yer var. Mesela "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir" tanımını konuşursak, bu tanım “kafirle savaşana Türk denir” gibi bir şekilde de yaygın. İsmet Bey'in yaptığı tanımda herhangi bir kelimeyi bozarsak burada anlam kaydırılıyor. Bu tanımda çatışmaya göze almaktan bahsediyor İsmet Bey, kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'dan bahsediyor. Mesela bu tanım Tebük Gazvesi’ne istinat eder. Hatta İsmet Bey bazı konuşmalarında Türklüğü Mescid-i Dırar hadisesiyle başlatıyorum demiştir. Mescid-i Dırar hadisesi de Tebük Gazvesi sırasında vuku bulmuş bir şeydir. Gazveye çıkmayıp onun masrafıyla mescit yaptırdım diyenlerin mescidini yıktırmıştır Rasulullah. O mescitte namaz kılmamıştır ve o mescit yıkılmıştır. Ve Rasulullah'ın sahabelere nereye gideceğini söylediği tek gazve olduğunu biliyoruz Tebük gazvesinin. Orada da Bizans ordusu karşımıza çıkamamıştır. Dolayısıyla çatışma vuku bulmamıştır, çatışmayı göze almak esastır. Bizim Tebük gazvesinden öğrendiğimiz şey budur. Hatta Resulullah sonra Bizans ordusunu takip etme emri de vermemiştir. Mesela kitaptan temizlediğimiz şeylerden biri gazeteciler dergi yayınlayanlar yahut televizyon konuşmaları esnasında mesela ara başlıklar atıyorlar. İşte İsmet Özel'in sözü olarak Aleviler Sünnileştirilmeli, Kürtler Türkleştirilmeli diye. Metni okursanız zaten doğrusu karşınıza çıkıyor da İsmet Özel Alevilerin de Kürtlerin de kendi tercihleriyle olacak bir şeyden bahsediyor. Mesela Alevilerin Sünnileşmesinden bahsediyor yani böyle dışarıdan bir müdahaleyle Sünnileştirilmeleri diye bir bahis yok. O bakımdan İsmet Bey'in söylediği sözlerin aynen neşredilmesi mühim, biz bu kitapta ona çalıştık. Mesela bir mülakat vermiş İsmet Bey, mülakatın başlığı şöyle: “Sosyalizm bana Allah'ın bir lütfudur”. Ben şimdi bir okur olarak önce başlığa baktım, Allah Allah dedim yani böyle dememiştir İsmet Özel dedim. Metni okudum, metinde İsmet Bey hususen belirtiyor, diyor ki, "Sosyalizm demiyorum, Allah bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti, ben de ona hiç sadakatsizlik göstermedim." Kullandığı kelime sosyalizm değil, komünist kelimesidir. Bu da zorlama bir yorum değildir, bir gerçektir. İsmet Bey'in mesela yaş olarak bir akranı var, Bilgin Adalı. Bu adam imzası olan birisi, siyasallı o da. TRT'nin ilk yönetmenlerinden. Onun verdiği mülakatta şöyle bir ifade var: "biz o zaman" altmışlı yılları kastediyor "Biz o zaman hepimiz solcuyduk, sosyalisttik bir nebze. İçimizde en uçta olan İsmet'ti, o komünistti" diyor. Bu kendi akranları tarafından da söylenmiş bir şeydir.
Şairin dikkatinden istifade edersiniz bu kitabı okursanız ve biz bu kitabı hususen de kronolojik sıra gözeterek yayınladık. Kitaptaki metinler 60'lı yıllardan bugüne kadar geliyor. Tabii sizin de ilginiz, alakanız olması lazım o dikkatten istifade etmek için. Bugün mesela İlker Başbuğ diyor ki "2009'da orduya peygamber ocağı diyen benim, bununla da övünürüm." Bir mülakatta İsmet Bey bu hususa temas etmiş. Basında da hep böyle tartışılmış İlker Başbuğ orduya peygamber ocağı dedi diye. Halbuki İlker Başbuğ "Biz halkımızın orduyu peygamber ocağı olarak gördüğünü de biliyoruz, anlıyoruz." gibi bir ifade kullanmış. İsmet Özel İlker Başbuğ’un bu ifadesi hakkında bütün basında tartışılan şeyin dışında ve görülmesi gerektiği gibi "Lütfetti, kendisi ne olarak görüyor onu söylesin." demişti. Yani “halkımız öyle görüyor” diyor, kendisi ne olarak görüyor peki? Bu misali bugün önce CHP Genel Başkan Yardımcısı sonra CHP Genel Başkanının bazı tabelalar dolayısıyla Arapça ve Kur'an harfleri hakkında yaptıkları açıklamalar sebebiyle söylüyorum. Onlar da yani bu konularda açıklama yaparken dediler ki yani "Halkımız işte bunları böyle görüyor, hususi bir tavır takınmayacağız.” Yani diğer tabelalara nasıl davranıyorsak Arapça ya da işte Kur'an harfli tabelalara da öyle davranacağız çünkü halkımız bunları Kur'an harfi olarak görüyor diyor. Yani işte gene buradan İsmet Bey'in bakış açısından istifade edersek, hepimizin bakış açısı o olması lazım bence, sen ne olarak görüyorsun? Diye sormalıyız. Tabii ki AKP'nin ve MHP'nin bu yazı ve tabelalar konusundaki tavrından dolayı CHP'nin söylediği bir lafmış gibi görünüyor ama siz ne olarak görüyorsunuz? Siz o halkın bir parçası mı değilsiniz? Yani kim adına siyaset yapıyorsunuz? Bu sorular sorulmalı.
Sadece siyasetçiler değil akademisyenler de aynı durumdadır. 2009 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi bir heykel yapmış, Osmanlıların kurucusu Osman Bey'in heykelini. Heykeli öyle yapmışlar ki heykelde pir-i fani bir adam, elinde bir kitap, öyle temsil edilmiş. Halil İnalcık da tarihçi olarak çıkmış demiş ki yani bu adam bir “alp”ti, bir cengaverdi, onu öyle tasvir etmek lazım, bu heykel yanlış, bu heykel kaldırılmalı demiş ve gerçekten o heykeli kaldırmışlar. Sonra elinde kılıcı, atlı bir heykel dikmiş Bursa Belediyesi. Ama bu 2009’daki dikilen heykel. 1993’ten beri Karaman’da, Karamanoğlu Mehmet Bey’in bir heykeli var. Karamanoğlu Mehmet Bey biliyorsunuz Osmanlı’nın da kurulmasından önce çarşıda pazarda Türkçe konuşulacak fermanını çıkartan kişi. Onu temsilen bir heykel dikmişler. Tabii ki bu Türkçe Kur’an harfi Türkçe, başka bir Türkçe bilinmiyor zaten. Ama gelin görün ki heykelde Karamanoğlu Mehmet Bey’in elindeki fermanda yazılar Latin harfleriyle yazıyor. 1993’ten beri o heykel orada, hiçbir tarihçi, Halil İnalcık da dahil bu heykel burada ne yapıyor, böyle bir saçmalık mı olur dememişler. Çünkü Türk yazısına gelince durum budur, bu gerçekten bir aynadır bütün meselelerde. Yani Türkiye’de mesela akademik hayat olsa o heykelin orada olmaması lazım. Ondan öte Türkiye’de hiç kimse Kur’an harfleri aleyhine konuşamaması lazım. Çünkü mesela Avram Galanti bir Yahudiydi, Darülfünun hocasıydı ama. Darülfünun hocası olduğu için Latin harfleri aleyhine tavır aldı, çünkü almak zorundaydı. Sen bir Darülfünun hocasıysan herkesten iyi senin bunu biliyor olman lazım. Türk yazısı aleyhine konuşmak bir akademisyenin yapacağı bir iş değil diyorum.
Cumhuriyet gazetesinin yaklaşık 15 yıl önce bir manşeti oldu. O zaman AKP’ye sanki İslamî hassasiyetleri varmış gibi bir rol biçiyorlardı. Hiç öyle bir şey olmadığı halde. Kendilerini sadece muhafazakâr demokrat olarak tanıttılar her zaman. Öyle bir şey varmış gibi Cumhuriyet Gazetesi bir manşet attı. Manşet yeşil yazıylaydı, sağdan solaydı, Latin harfleriydi ama Kur’an harflerini andıracak bir biçimde, formda yayınlanmıştı: “Tehlikenin Farkında Mısınız?” Çünkü bu yazı inkılabından beri böyledir. Onların en korktukları şey Türk yazısıdır. Onlar dediğimiz kim? Avrupa’yla, Batı medeniyetiyle İslam düşmanlığı haricinde hiçbir ortak yanı olmayan insanlar. Yani sadece İslam düşmanlığı müştereğinde Batıyla bir alakası olan insanlar. Onların en çok korktukları şey Türk yazısıdır. Çünkü Kur’an harfleri, Türk yazısı İslam’ın bir işareti olduğu gibi yüksek bir seviyenin de göstergesidir. Bu topraklarda İslam düşmanları her zaman alçakta olmuşlardır. Yani mesela İlhan Arsel İslam aleyhine ne yapayım deyip bir yazı yazmıştır Cumhuriyet Gazetesinde 70’li yıllarda. Ebussuud Efendi’nin bir fetvasını bulup çıkarıp kendince -işte Müslümanlar böyle insanlar demek için- Ebussuud efendiye bakın pireyle, haşarat olan pireyle cima etmeye fetva vermiş diye bir yazı yazdı. Bu adam profesördü. Sonra Orhan Şaik Gökyay, bu yazı karşısında bir yazı yazdı ve İlhan Arsel’i rezil etti. Adam Ebussuud fetvasındaki “pir” kelimesini pir-i fâni diyoruz ya hani, ihtiyar manasındaki “pir” kelimesini haşarat olan “pire” olarak okumuş ve öyle bir yayın yapmış. Orhan Şaik onu rezil etti. Şimdi bugün de İslam düşmanlarını Müslümanlar rezil etmiyorlar, şöhret ediyorlar. Bu çok rahatsızlık edici bir tutum yani rezil etmiyorsan o adamı şöhret etme.
Bir de yazı meselesini kapatmadan bir şey söyleyeceğim: Doğu Türkistan. Tabii ki insanlar mesele ediyorlar ama yani bu dağınık halimizle mi bu konuda bir çare olacağız diye düşünmüyorlar. Hem de bunu yazı meselesi üzerinden düşünmeleri lazım. Doğu Türkistan’daki insanlar kaç senedir direniyorlar? Nasıl direniyorlar diye düşünmeleri lazım. O insanların elinden iki kere elifbalarını aldılar, Doğu Türkistan’daki Müslümanlar hâlâ Kur’an harfleriyle yazıyorlar. İki kere elifbalarını aldılar ama onlar elifbalarına kendileri geri döndüler. Bugün de hâlâ öyle yazıyorlar, onlar öyle direndiler, direniyorlar. Yani buradaki insanlar kendi yazıları hakkında bigâne bir tutumla kendine çare olamayacak ki birine çare olabilsin.
Aynı şey Gazze meselesi için de geçerli. İsmet Bey bayram konuşmasında söyledi. Onu da “Toparlanın Gitmiyoruz” şeklinde okuyabiliriz: Kendi halimize intizam vermeden dünyaya bir bildirim sunamayız dedi. Bütün müstemlekeci devletler İsrail’e her türlü yardımın yanı sıra hususen müstemlekeci geçmişi çok ağır olan ülkelerin devlet başkanları İsrail’e gittiler. İngiltere, Almanya, Hollanda, İtalya, Fransa Başkanları ve zaten Biden da gitti. Fransa Başbakanı Macron İsrail’e gittiğinde Netanyahu ona “bu medeniyetle barbarlığın savaşıdır” dedi. Yani civilization kelimesinin mübdii olan ülkenin başkanına bunu söyledi. Medeniyetle barbarlığın savaşıdır dedi bu. Biz kendi halimize çeki düzen vermeliyiz diyorum ya, yani şimdi el-hak öyledir. Ama Türkiye’de bizim bunun karşısında yapacağımız şey “Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar” sloganını yükseltmek olmalı yani bunu bir söylem haline getirmek olmalı, Türkiye’de bu akla gelen bir şey değil. Hâlâ bütün mesele müstemlekeciliktir. İsrail aleyhine davayı açan ülke Güney Afrika. Güney Afrika devletinin dışişleri bakanı kadın dedi ki “bugün en mustarip olduğumuz şey sadece hâlâ daha Avrupalıların insan sayılmasıdır. Bizi hâlâ daha insan saymıyorlar.” Yani tek dişi kalmış canavar... Hem canavar olduklarını biliyorlar hem de tek dişi kaldıklarını biliyorlar. Yoksa hiçbir gevşeklik göstermeye mahal vermeden İsrail’in arkasında durmalarının başka bir sebebi olamaz. Yani sağlam bir yerleri olmadıklarını biliyorlar ama buna mukabil bir hareket yok. İsmet Bey son yazısında “Hiçbir devlet masumiyetini ispat edip bir puan toplama peşinde değil” dedi. Öyle yani. Halbuki dünyada buna apaçık bir ortam var şu anda. Biz dediğim gibi kendimize çeki düzen vermekten işe başlamalıyız. Türkiye’de bu “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraının ya aleyhinde oldular yahut bunu tevil ettiler. Bizim başlayacağımız yer orasıdır. Aleyhinde olmayanlar da dediler ki “yok ya Mehmet Akif onu kastetmiyor.” Doğrudan o Batı medeniyetidir yani.
Gene bu kendimize intizam verme meselesindeyiz. Biz İstiklâl Marşı’nı Türk Milleti yazdı diyoruz. Şairi de öyle söylüyor. Onu ben bile bir daha yazamam o milletimin eseridir diyor. Ama Türkiye’de insanlar Suudi Arabistan’da tertiplenen bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı dolayısıyla orada okunacak İstiklâl Marşı’na izin verildi, verilmedi dolayısıyla provoke edilebiliyor mesela. Bizim bir İstiklâl Marşımız var. Bugün bütün dünyanın bence muhtaç olduğu bir söylemi yükseltiyor. “Medeniyet dediğin tek kişi kalmış canavar” gibi bir söylemi yükselten başka bir metin yok şu anda. Bunu yükselten, bu milli marşı yazan millet bir futbol maçında, üstelik İstiklâl Marşı'nı bir tören malzemesi olarak ve İstiklâl Marşı'nın anlaşılmaması için üzerine giydirilmiş besteyle okunup okunmaması konusunda provokasyona gelmesi bence İstiklâl Marşı'nı yazan millete yakışan bir şey değil. Yani bizim İstiklâl Marşı'nı yazan millet olma durumumuzla bir uyuşmazlık var.
Gazze meselesinde bir şey daha zikretmek istiyorum. Geçen gün radyoda bir Gazze’li kadın feryat ederken radyo kesmeden önceki son sözleri şuydu: “Bu Arap ülkeleri nerede?” Bu bütün Türkiye’de, dünyada sorulmalı ama Türkiye'de bizim üzerimize düşen şey bu. Nerede diye biz de sormalıyız gerçekten. Ama bugün bütün basın yayına hâkim olan insanlar, Arap ülkelerinin bu hale gelmesine sebep olan olayların baş destekçisi olduğu için, hepsi “Arap Baharı” diyordu, hepsi “Arap ülkelerinde iyi şeyler oluyor” diyordu, O yüzden onların başına ne geldiği ve bugünün nasıl hazırlandığı konusunda da bir bilinç edinemiyor Türk halkı. Sudan mesela. İsmet Bey'in son yazılarından birinde de vardı. İki ülkeye yıllar boyunca para gönderilemiyordu banka üzerinden. Birisi Sudan'dı, birisi Afganistan'dı. Sudan'ı mesela terörü finanse ediyor diye bloke etti yani bütün bankacılık faaliyetlerini Amerika Birleşik Devletleri durdurmuştu. Sonra o ülkeyi ikiye böldü. Bütün petrol kuyularının yüzde sekseni Güney Sudan'da kaldı. Sudan bölünmeden önce Afrika'nın yüz ölçümü bakımından en büyük ülkesiydi. Ve Trump, 2020 yılında Sudan'a uygulanan bu ambargoyu ancak İsrail'i tanıma ve iyi ilişkiler kurma şartı karşılığında kaldırdı. Geçen sene de İsrail Dışişleri bakanı Sudan'a gidip bir açıklama yaptı. “Üç hayırı üç evet yaptık” dedi. Üç hayır şuydu: 1967, Altı Gün savaşlarından sonra Arap ülkeleri Sudan'ın başkenti Hartum'da toplandı ve orada şu kararları aldılar: İsrail'le münasebete hayır, İsrail'le iyi ilişkilere hayır, İsrail'le barışa hayır. Geçen sene İsrail Dışişleri bakanı gidip Sudan'da dedi ki, artık bir çöl haline getirdikleri ülkede, “Üç hayırı üç evet yaptık.” Yani İsrail olsun diğerleri olsun bütün dünyadaki kafirler kendileri planlı programlı işlerini yapıyorlar. Buna mukabil bir hareket görülmüyor.
Okumuş insanlar zaten gavurların söz söyleyen kısmının ağzının içine bakıyor. Mesela Zizek diye bir adam var. Burada bunun ağzının içine bakan insanlar var. Zizek olsun, Habermas olsun... Zizek, Rusya'daki insanların Müslüman fanatiklerden farkı kalmadı, Ukrayna'ya nükleer silah verilmeli, dedi. Hatta işte onlar Batı'yı şeytan olarak görüyorlar dedi. Yani Batı medeniyetinin selameti için Ukrayna'ya nükleer silah verilmeli dedi. Habermas şartsız şurtsuz İsrail'in yanında yer aldı. Gazze'nin bombalanmasını haklı buldu. Daha önce de Belgrad'ın NATO tarafından bombalanmasını haklı bulmuştu. Bunların ağzının içine bakan insanlar Türkiye'ye ne yapacaklar diye düşünmüyor. Yahut da o planın parçasıdırlar. Çünkü bunun bir provası oldu, yaklaşık on beş sene önce Türkiye'de bir haber çıktı. “Taş Atan Çocuklar Yasası” diye bir şey vardı hatırlarsanız. O yasa eğer meclisten geçmezse Chomsky, Wallerstein ve Zizek Ankara'ya gelip oturma eylemi yapacaklar ve meclise yürüyecekler gibi bir haber çıktı. Gerçekten de ondan sonra onların gelmesine gerek kalmadan o yasayı çıkarttılar meclisten. Bugün de yeni anayasa konuşuluyor. Her seçimden sonra konuşulan bir şey yeni anayasa. Halkın hiçbir zaman böyle bir isteği yok. Bu konuda da yani insanların bence zihnini açacak bir şey var. Ben bugünkü Macar Dışişleri Bakanı’nın bir beyanında gördüm, onu size nakletmek istiyorum. O adam 2014'te ilk seçildiklerinde Amerika'ya gidiyor. Onlarla görüşüp konuşmak, anlaşmak için. Dışişlerinde bir görevli olan Victoria Nuland’la beraber -o zaman Dışişleri Bakan Yardımcısı- onu küçük bir odada bir sehpanın başına alıyorlar önüne iki tane kâğıt fırlatıyor Amerikan temsilcisi, Macar Dışişleri Bakanı'nın. "Bunları, bunları, bunları yaparsanız sizinle ilişkilerimiz olur yoksa olmaz" diyor. "O verdiği kâğıtta" diyor Macar Dışişleri Bakanı şunlar yazıyordu; "Bir anayasa, meclisten şu kanunlar geçecek, kilisenin kurallarını şöyle ayarlayacaksınız..." falan. Türkiye'de ise siyasilerin hiçbirinden böyle bir deklarasyon gelmiyor. Yani demiyorlar ki bu bize verilmiş bir görevdir. Bunu demiyorlar. Sanki kendi tercihleriymiş gibi ve bir anayasa lazımmış gibi poz kesiyorlar, iktidar da muhalefet de. Muhalefet de diyorum çünkü cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Kemal Kılıçdaroğlu da Amerika'ya gittiğinde birkaç saat kayboldu.
Bugünlerde Yunanistan'la görüşme dolayısıyla bir şeyler söylemek lazım. Bu görüşmeler güya Türkiye'nin isteğiyle başladı, bu görüşmeler yapılmıyordu hükümetler arası. Geri dönüldü diyelim böyle bir şeye. Bu görüşmelerde mutlak galip eğer Yunanistan olmayacaksa bu görüşmelerin hiçbirisi yapılmaz, hiçbir zaman aksine bir sonuç vermemiştir. Bizim mesela 1897 Hristiyan yılında bir Dömeke zaferimiz var. Dömeke meydan muharebesi. Teselya'ya kadar aldık, Atina'ya kadar Türk ordusu yürüyecekti. Teselya bugün Selanik'in ne kadar batısında bir yerdir. Ama o zaman İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, "Bir kez haçın girdiği yere hilal bir daha giremez." dedi ve hiçbir fayda temin edemedik Dömeke meydan muharebesinde kazandığımız zaferden. Yunanlar, diplomatik oyunlarla ve arkalarına kafirleri alarak sonucu onlar elde eder, öyle olmuştur. 2003 yılında mesela AKP ilk defa iktidara geldiği zamanlarda Abdullah Gül dışişleri bakanıydı. Yunanistan ziyareti oldu, Papandreou şerefine bir kokteyl verdi, orada Yunanlılar onlara ne yaptılar biliyor musunuz? Yunanistan’da müftüleri bir Yunanistan atıyor, bir de bizim oradaki Türklerin kendi seçtikleri müftüler var. Lozan'a göre de onların kendi müftülerini seçmesi lazım ama Yunanistan hiçbir zaman buna müsaade etmiyor, onlara kendileri müftü atıyor ve Abdullah Gül'ün o ziyaretinde kendi atadığı müftüleri, bizim Türklerin seçtiği müftüleri değil kendi atadığı müftüleri Abdullah Gül'ün yanına getiriyor, onlarla fotoğraf çektiriyor ve bütün dünyaya servis ediyor: Bakın Türkiye Yunanların atadığı müftüleri tanıdı diye. Yani Yunanistan'la ilişki demek bunları göze almak demek ve senin Dışişleri Bakanın da Türklerin müftüsünü tanımıyor sonra ödüllendirilip cumhurbaşkanı oluyor. Bugünlerde de "Deniz Parkı" ilan ediyor Yunanistan, buna hazırlanıyorlar. Ne demek Deniz Parkı? Siyasi olarak şu demek; Yunanistan’ın, Adalar Denizi'nde işgal ettikleri adalar var. Oraları kendi gücüyle kendi toprağı kılamayacağını bildiği için çevrecilik ve ekoloji yoluyla yani Deniz Parkı ilan ederek gayri resmi işgallerini resmi hale getirme derdindeler. Türkiye'de ayağa kalkılacak bir şey ama böyle bir durum yok. Şimdi niye böyle yapıyor? Hem kendi gücüyle elinde tutamayacağını biliyor, hem de mesela kendisi gayet Fethullahçı bir insan olan Herkül Milas diyor ki: “Türkiye adaları alsa Yunanistan ne yapabilir ki? Hiçbir şey yapamaz” Yunanistan anakarasına ne kadar uzak. Bunu bilen Yunanlılar bugün Deniz Parkı ilan ediyorlar. Şimdi bunu da düşünün, afetler konusunda da bir iş birliği yapma kararı almışlar. Niye böyle yaptılar? Çünkü geçen sene Rodos'ta günlerce söndürülemeyen bir yangın oldu. Rodos adası bizim burnumuzun dibinde sayılır, 20 kilometre bir şey. Yunan anakarasına ise 400 kilometre uzaklıkta ve Türkiye yardımıyla adadaki o yangın söndürülebildi.
Bu üzerimizdeki Misak-ı Milli haritası dolayısıyla tarihçimiz olmadığını fark ediyorum ben. Misak-ı Milli aslında bir metindir ve o metin bugüne kadar doğru okunmamıştır, doğru okunduğu ve millet lehine olacak bazı yerleri de sansür edilmiştir. Mete Tunçay mesela...Bunlar ilgilenenler Misak-ı Milli ile. Mete Tunçay “1976 da ilk defa Hatay meselesi dolayısıyla Misak-ı Milli’ye bakma gereği duydum” diyor. Bakmamış o güne kadar. “Ve herkesin yanlış okuduğunu fark ettim” diyor ama kendisi de yanlış okuyor ondan sonra. Çünkü Misak-ı Milli’de “Mondros Mütarekesi dahilinde ve haricinde; dinen, irfanen, emelen bir olan bir milletten” bahsediyor. Buradaki irfanen ifadesini bugüne kadar ya “aslen” okuyorlar ya “ırken” okuyorlar ya “örfen” okuyorlar. Mete Tunçay da “Benim reyim örfenden yana” diyor. Nejat Kaymaz mesela bu hususta çalışan tarihçilerden biri de o. O da kendi yaptıkları yanlışları Misak-ı Milli hakkındaki esas vesikalara hiç bakmaması dolayısıyla kendi önceki yayınındaki hatalarını da itiraf eden yazılar yazıyor. En son günlerde Murat Bardakçı bir yazıyla beraber alın size Misak-ı Milli’nin orijinal nüshası diye bir şey yayınladı. Kendisi yayınlanan orijinal nüshaya bakma gereği bile duymamış. Kendi metniyle orijinal nüsha yanyana yayınlanmış. Kendisi de “irfanen” yazan yere “ırken” diye karşılık vermiş. Misak-ı Milli’de “Mondros Mütarekesi dahilinde ve haricinde” diye bir ifade var. Bunu bugüne kadar “Mondros mütarekesi dahilinde Türk askerinin olduğu yerler Türk vatanıdır” mealinde bir şekilde anlattılar. Ama halbuki Misak-ı Milli, İstanbul’da Meclis-i Mebusanda kabul edilen Misak-ı Milli “Mondros mütarekesi dahilinde ve haricinde” diyor. Yani Birinci Dünya Savaşı bitmedi demek istiyor. Çünkü eğer bir toprak Türk vatanıysa o esnada benim askerim orada olmayabilir ama orası Türk vatanıysa bu Türk vatanından ayrılmaz bir parçadır diye Misak-ı Milli bir yemin metni olarak var. Bu bugün çok önemli, Türk şuuruna varmak için çok önemli. Çünkü Avrupa’da üçüncü dünya savaşının konuşulduğu bir devir. Ve kendileri böyle itiraf ediyorlar. “Artık savaş sonrası değil savaş öncesi devirdeyiz ve hiç hazır değiliz” diyorlar. Yani üçüncü dünya savaşının konuşulduğu bir zamanda Türklerin milli yemini aslında Birinci Dünya Savaşı’nın bitmediğini söylüyor. Bu bakımdan bizim bir Türk şuuru edinmemiz açısından bugün Misak-ı Milli tek tutunacağımız şey belki de. Eğer mütarekeye rağmen Mehmetçiklerin ve Fahrettin Paşa’nın Medine’yi terk etmediğini düşünürseniz gerçekten savaşın bitmediği esastır bizim için. Birinci Dünya Savaşı bitmemiştir. Kafirler de öyle davranıyor zaten. Yani hepsi Sevr’i realize edemedikleri için Sevr’e göre planlarını yapıyorlar. Irak işgali, Suriye işgali, bugün Dedeağaç’ta olmaları başka bir anlam taşımıyor. Montrö sözleşmesini imzalayacağımız zamanlarda Avrupa matbuatı “Bize Çanakkale’de neler çektiren, savaşı uzatan Türklere boğazlarda hak mı tanıyacağız” diyordu. Bugün de Ukrayna’ya müdahale etmek için hem Amerikan muhripleri hem İngiliz muhripleri zorladılar Montrö’yü. Yani onlar için de hala birinci savaş sonrası dönemdir.
Misak-ı Milli sadece meclisin kabul ettiği, geçerliliği olmayan bir vesika değildir. Misak-ı Milli beynelmilel anlaşmada adı anılan bir vesikadır. Hıristiyan takvimine göre 16 Mart 1921 tarihli Moskova Muahedenamesinde aynen şöyle diyor: “Bu muahededeki Türkiye tabirinden 28 Ocak 1920 tarihinde İstanbul Meclis-i Mebusanı tarafından yapılıp ilan edilen ve bütün hükümetlerle matbuata tebliğ edilen Misak-ı Milli’nin ihtiva ettiği arazi anlaşılır.” Yani Misak-ı Milli’yi Ruslar resmen tanıyor. Ama şöyle bir şey var orada. Aynı zamanda Misak-ı Milliden ilk tavizin verildiği anlaşma da bu anlaşmadır. Batum bu anlaşmayla Gürcistan’a bırakılmıştır. Onlar da Misak-ı Milli’yi bildiğinden şöyle iki şartla Türkiye’nin Gürcistan’a terk ettiğinden bahseder Batum’u. İki şart şudur: Bir, vâsi bir muhtâriyet olacak Batum. Yani geniş bir özerklik olacak. İki, Batum limanını Türkiye Cumhuriyeti devleti ithalat, ihracat her bakımdan kendi limanı gibi bila bedel kullanabilecek. Batum'un Gürcistan'a bırakılma şartında bu iki madde vardır.
Tarihçimiz yok dedik ama bence bir coğrafyacımız var: Faik Sabri Duran. Cumhuriyet tarihindeki haritalarda Musul'u Türkiye’nin bir parçası olarak gösteren de odur. Birinci Dünya Savaşı sonunda bir dizi yazı yayımladı: "Kurtulan Türk Memleketleri" başlıklı. Hem ihtilal olmuş Rusya'da hem de savaş bitmiş... Kars, Ardahan, Batum için uzunca bir yazı yayımlıyor bir de Kırım için bir yazı yayımlıyor. Bir coğrafyacı olarak Kırım'ın tarihte dağları, taşları, ovaları, camileri, şehirleri, iklimi, hiçbir bakımdan Rusya olmadığını, Rusların bütün sürgünlerine, politikalarına rağmen Kırım'ın hiçbir zaman Rus olmadığını ve Kırım'ın mesela coğrafi olarak da anakaraya çok küçük berzahlarla bağlı olduğunu söylüyor. Ve şunu da dile getiriyor: -bence çok hoş bir tarif- “Rusya Kırım'a yabancıdır. Ama “İstanbul boğazından, Karadeniz üzerinden bir köprü kurarsanız onun karşı yakadaki metin bir ayağıdır” diyor Kırım için. Gerçekten de öyledir. Kırım İstanbul fethedildikten sonra Türk topraklarına katılmıştır, Osmanlı topraklarına... Kırım’la İstanbul’un köprüsü o zaman kurulmuştur. Zaten biz Cenevizlilerin elinden aldık Kırım'ı, o zaman Rus mus öyle bir şey yok yani. Ve kaç yıl oldu Rusya’nın Kırım'ın ilhakı? Türkiye'de iktidarın ve muhalefetin utanç verici bir dış politika söylemleri oldu Kırım konusunda, hepsi Kırım Ukrayna’nın olmalı gibi bir söylem tutturdular. Halbuki Kırım bir Türk ve Müslüman memleketidir. Türkiye'deki iktidarın, muhalefetin söyleminin aksine Ruslar dedi ki: “Bu aslında bizim Türkiye'yle aramızdaki meseledir” yani “Ukrayna nereden çıkıyor, Kırım ya Türklerindir ya Ruslarındır.” Bu söylem Türkiye'den çıkmadı, Rusya'dan çıktı. Buna mukabil mesela Rusya Kırım'a ne kadar yabancıysa, Ukrayna için Ruslar en azından öyle şeyler söylemiyorlar. Mesela bugün Ukrayna meselesini bir Rus'a sorduğunuz zaman Rus diyor ki: Sen Ukrayna’nın ne demek olduğunu biliyor musun? “Ukrayna Rusçada sınır demek yani bizim sınırımız, hududumuz” diyor Ruslar. Biz toparlanın gitmiyoruz diyoruz, kendinize çeki düzen vermeliyiz diyoruz. Bugün Türkiye'de Rusya'daki bu şuura karşı “Balkan” kelimesinin Türkçe olduğunu bilen insanlar var mı? Balkan kelimesi Türkçe bir kelimedir. Bütün dünyaya kabul ettirdiğimiz bir kelimedir. Ve oranın coğrafyasını tarif eden, dağlık, ormanlık, balçık alan anlamına geliyor Balkan kelimesi. Ve bugün balkan kelimesinin Türkçe olmasından rahatsız olan insanlar var. Hem Balkanlarda hem de Avrupa'da. Bu sebeple Güneydoğu Avrupa ibaresi Balkan kelimesi yerine de kullanılıyor. Bu konuda da dikkat etmiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti de resmi olarak bu söylemi kullanmaktan imtina etmiyor.
Türkiye Misak-ı Milli'ye bigâne kaldığı için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Misak-ı Milli’den en çok taviz verilenlerin eline bırakıldığı için biz vatanımız olan, Misak-ı Milliye dahil olan topraklara ve orada yaşayan Türk milletine karşı bigâne kaldık. Hatta mesela utanç vericidir, korkunçtur: İki harp arası matbuata bakarsanız, herkesin Türkiye'ye hasmane tavır takınıp, toprak talepleri var, İzmir benim, İstanbul benim, Kars, Ardahan benim diye. Türkiye'de matbuattaki insanlar bu tavırlara karşılık “Biz öyle şeyler diyor muyuz” diyorlar. “Biz Silistre Türk’tür diyor muyuz, biz Selanik Türk’tür diyor muyuz” gibi gerçekten utanç verici bir neşriyat yapılmıştır.
Namık Kemal “Vatan yahut Silistre” dedi bundan yüz elli sene önce. Yani Vatan yahut Silistre. Silistre bugün Romanya sınırında ama Bulgaristan'ın içinde bir yer. Bugün Silistre'nin nüfusunun yüzde kırkı Türk. Silistre Balkan savaşlarından sonra ve 1940’a kadar Romanya devletinin bir parçasıydı. Yani bugün Silistre'nin yüzde kırkı Türk olması... O gün nüfusun hepsi Türkmüş. Çünkü 1940 yılında Bulgaristan'a geçer geçmez Türk nüfusuna karşı o kadar göçler yaptırdılar. Bir de şunu kaydederler, Silistre Bulgar sınırına geçer geçmez en büyük camii olan Bayraklı Camii yıktırılmıştır. O camii Romenler yıkmadı. Romenler çünkü bize, Türklere, Osmanlılara sempatiyle bakıyorlar. Çünkü Romenler Türk hakimiyetinden istifade ettiklerini biraz itiraf ediyorlar. Mesela Matbuat Kongresi yapılıyor 1937'de. Türkiye'den Ahmet Emin Yalman gidiyor. Ahmet Emin Yalman, sanırım TAN gazetesinin mensubu. Karşısına gelip birisi diyor ki çok düzgün bir Türkçeyle “bu “tan” ve “tanin” kelimeleri akraba mı? “Allah Allah, siz bu kadar güzel Türkçeyi nasıl konuşabilirsiniz” diye soruyor, afallıyor, “Nerelisiniz” diyor Ahmet Emin Yalman. O da diyor ki “Adım Constantin Cazana, Romen matbuatından Telor gazetesinin editörüyüm, ben Manastır doğumluyum, idadi okudum, size isterseniz nasara yansuru sigasını da çekerim.” 1937 yılında oluyor bu. Ahmet Emin Yalman tabii ne diyeceğini şaşırıyor ama şey de diyemiyor tabii biz o Türkçeyi yok etmek için her türlü yolu denedik falan da diyemiyor. Onlar yaptı çünkü nasara yansuru sigasını kaldırdılar. Adam öyle diyor, bu bir Romen. Ve bugün de Romanya'da Türkçeye bir eğilim var. Hatta bir önceki mi yoksa iki önceki mi bilmiyorum ama Romen başbakanı Türkçe öğrendi ve Türkçe konuşma yapacak kadar Türkçe öğrendi.
Bu bahisle de bitireyim inşallah. Recep Tayyip Erdoğan'ın bir Macaristan gezisi oldu. Orada Viktor Orban'la hediyeleştiler. Recep Tayyip Erdoğan TOGG hediye etti. Viktor Orban bir Macar atı hediye etti kendisine. Ben haberi duymuştum radyodan ama hususen videosunu arayıp buldum, seyrettim. Atı Viktor Orban kendisi tutuyor. Ve diyor ki “Bizim savaş atı yetiştiren haralarımız var. Bu at da oradandır, dört yaşında bir aygır” diye hediye ediyor Recep Tayyip Erdoğan'a. Şimdi burada Müslümanlar bir terslik olduğunu fark etmeli. Çünkü savaş atı yetiştirmek Kur'an'da Allah'ın bize emridir. Biz cumhuriyetin ilanından sonra buna çalıştık. Yani o uzun çöküş döneminde at soylarımız, haralarımız falan da çok yıprandı yani kötü duruma geldiler ama cumhuriyetin ilanıyla beraber haralar kurduk. Nalbant mektepleri açtık. Ve en önemlisi, savaş sonrası sınırlarımız dışında kalan Irak'a, Suriye'ye, Lübnan'a mütehassıslar gönderdik. Gidin en iyi Arap atlarını seçin getirin diye. Onlar da getirdiler. İşler gerçekten yaver gitti ve Allah'ın bu topraklara hediye ettiği bir şey yani -Türk harfli ve Misak-ı Milli haritalı tişörtü göstererek- haritamızın içinde de bu sefer “Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!” yazıyor. Tarihte olduğu gibi gene en iyi Arap atları Türkiye'de yetişmeye başlamıştı. Sonuç almıştık. Yani İsmet Bey'in televizyon ekranlarında da söylediği Türkiye'de 1948 ve 1962-63 yıllarında yapılan at katliamları gözü kapalı faaliyetler değildir. Damızlıkları biz elde etmiştik. Bu sonuç vermişti. Ona karşı bir harekettir. Bugün meselâ Türkiye'de şehirler arası seyahat eden insan da askerlik yapan birisi zaten kabul edecektir -eğer şehir içinde askerlik yapmamışsa- vatan savunması için savaş atı beslemek Türkiye'de elzemdir. Yani bu yaşanmıştır, sonuç da alınmıştır. Allah'a güvenenler bunda sonuç aldılar. İstiklâl Harbi'nin en kritik savaşı Sakarya Meydan Muharebesi'dir. Sakarya Meydan Muharebesi'nde bizim kâfir kuvvetlerinden çok olan tek teçhizatımız Süvari sayımız ve hayvanlar. At ve deve vesaire hayvanlar. Bütün motorlu taşıtlar onlarda vardı, bizim zaten yoktu. Bizde 2 uçak vardı, onlarda 30 uçak vardı. Makineli tüfekleri, tüfek sayıları, hepsi bizden fazlaydı. Bizim sadece süvari ve hayvan sayımız fazlaydı. Şimdi Türkiye'de öyle bir tahsil olmadığı için Türkiye'yi ve deveyi bir arada düşünemiyor insanlar. Halbuki biz meselâ Afrika'nın tek hörgüçlü devesiyle Asya'nın çift hörgüçlü devesini çiftleştirerek ve sonra o çıkan deveden başka develeri çiftleştirerek Anadolu toprağına mahsus develer yetiştirdik. Sakarya Meydan Muharebesi esnasında bütün demir yolları kâfirlerin elindeydi. İstiklâl yolu vardır. Kağnılarla da yapılmıştır nakliyat. Ama o gün Mareşal'in de övgüyle, sitayişle bahsettiği gibi develer deveciler vatan hizmeti olarak nakliyatı sağladı.
Arkadaşlara söz vermeden önce bir şiir de okumak istiyordum, onu da okuyayım. Biz Mehmed Akif'in Safahat’ını yedi kitap olarak bastık. Türkçe bastık. Bu da Mehmed Akif'in Türkiye'ye sokulmayan, sokulduğu kadarıyla da toplatılan bir kitabıdır. Mısır'da Kur'an harfleriyle basılmıştır. Gölgeler kitabı. Bunu ilk defa İstiklâl Marşı Derneği tekrar yazıldığı gibi bastı. Oradan bir şiir okuyacağım inşallah.
Vahdet
Huzeyfetü’l-Adevî der ki:
“Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!
Hüdâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da gâzîsi hiç mi yok?.. Derken,
Derin bir inleme duydum... Fakat, bu ses nerden?
Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh...
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem!
Gözüyle: “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti.
“Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım, ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları:
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa “Ah!”
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
Hişâm’ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyle bana,
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu; haykırana.”
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid…
Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid.”
Şarkın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yâredir şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îman,
Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşan.
“Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!
Târîhine mev’ûd-i ezelken “ebediyyet”,
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden ümmet!
“Nisyân”a çıkan yolda mı kaldın gümrâh?
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!
Teşekkürler. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere Sakarya temsilcimiz Bahadır Karadağ'a sözü veriyorum.
Bahadır Karadağ:
Selamun aleyküm. Orhan Şaik Gökyay "Bu Vatan Kimin" adlı şiirinde şöyle diyordu: "Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıradağlar gibi duranlarındır / Bir tarih boyunca onun uğrunda / Kendini tarihe verenlerindir"
Bu vatanın kendini tarihe verenlerin olduğunu söylüyor şair. Kendini tarihe vermek ne demek? Meselâ Napolyon'a atfedilen bir söz var: "Tarih üzerinde anlaşmaya vardığımız bir yalandır" diyor. Oysa hakikî bir şeye vermiş olması lazım kendini bu insanlar. Tarih kelimesi çeşitli anlamlara geliyor dilimizde. Meselâ bugünün tarihi nedir diye sorabiliyoruz. Zamanı gelen şeyi ifade ettiği gibi "O tarih oldu, tarihe karıştı" dediğimizde de zamanı geçen şeyi ifade etmiş oluyoruz. Bizden önce vuku bulmuş şeyler ve o şeylerin bilgisine de tarih diyoruz. Bu “historia" ile aynı şey değil. Yani "historia kavramının kökünde bizim hikâye diye bildiğimiz o kelime var.
Türkler Hakk'a tapan bir millet olarak kendilerini tarihe vermişlerdir. Yani tarihle hakikat arasında bir münasebet bulunmakta. Fatiha suresini okuyoruz biz her namazda. Onun son ayetinde -Resul-i Ekrem'den biliyoruz ki- Yahudiler ve Hıristiyanlar işaret ediliyor. Gazaba uğrayanlar ve dalalette olanlar, sapkın olanlar. Bunlar Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Biz Allah'ın bizi Sırat-ı Müstakim’e iletmesi için dua ediyoruz. Şimdi bugün Yahudiler 5700 küsür yılındalar. Hıristiyanlar da -biz de biliyoruz ki- 2024 yılındalar. Bunlar işte yalan tarihler. Yani üzerinde birilerinin uzlaştığı şeyler. Zaten böyle bir vakıa da söz konusu değil. Yani baştan bugüne kadar sayarak tuttukları bir tarih değil bu tarihler. Meselâ merak ettim, 2000 yılını hatırlıyoruzdur, böyle şaşaalı şeyler yapıldı 2000 yılı diye. 1000 yılında meselâ ne yapılmış, böyle bir şey var mı diye biraz baktığımda 1000 yılında bazı tarihçilere göre kıyametin kopacağına inandırılmış insanlar. Fakat bugün bu kabul gören bir şey değilmiş tarihçiler arasında. İşte Haçlı seferleriyle falan, yani bininci yılda kıyamet kopmadı bakın demek ki başımıza büyük bir ceza gelmeyecek deyip sonrasındaki o süreci de ona bağlayanlar olmuş ama bu dediğim gibi kabul görmüyormuş. Bunu efsanevi bir şey olarak görüyorlar bugün çünkü bininci yıldayken insanların bininci yılda olduklarını bilmediklerini düşünüyorlar. Dolayısıyla bininci yıl diye bir şey yok mesela, öyle iki bininci yıl gibi. Yani biz Yahudilerin ve Hristiyanların ifsat ettiği bir hayat yaşıyoruz. Yahudiler uzun bir zaman boyunca, yüzyıllar boyunca diğer kavimlerden farklı olarak kendi, Yahova’yla olan ahitlerini esas almış bir kavim olmak suretiyle bu dünyadaki varoluşlarını öne aldılar. Yani diğer kavimler mitolojik bir dünyada yaşıyorken onlar daha dünyevi kaygılara yönelmiş bulundular ve modern anlamda bunun karşılığı da bizim bugün bilim dediğimiz şey oldu. Yani dünyadaki varoluşlarını esas aldıkları için ve dünyayı kendi evleri gibi, burada var olmak istedikleri bir yer gibi gördükleri için bu dünyayı anlamaya, buranın işleyişini tespit etmeye çalıştılar ve bu bilim dediğimiz noktaya vardı bugün. Hristiyanlar ise kendi sapkın, batıl itikatları ile yani tanrının tarihe müdahil oluşu itikatları ile antik zamanlardan beri gelen mitolojik düşünceyi, mitolojik bir karakteri de bünyelerine alarak birleştirdiler. Dolayısıyla tarih onlar için, kendi batıl itikatları gereği, bir şey ifade ediyor. Yani bilim ve tarih ekseni üzerinden Yahudi-Hristiyan medeniyeti, bugün içinde yaşadığımız medeniyet.
Tarihin hakikati Allah kelamının nazil olmasıyla alakalıdır. Yani Kur’an nazil olmakla ve hicret ile birlikte İslam yayılmakla bir tarih başlamıştır. Hazret-i Ömer zamanında Hicri takvim kabul edildi. Yani Hicret takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Çünkü Hazreti Ömer zamanına gelindiğinde çoktan göz önünde bir şeydi, bir şeyin başladığı, bir tarihin başladığı ve bunun hicretle başlamış bir şey olduğu. İslam çok hızlı bir şekilde yayıldı ve bir, bir buçuk asır içerisinde doğudan batıya çok büyük bir coğrafyaya hakim oldu. Bu da benzersiz bir şeydir aslında tarihte. Yani işte bazı tarihçiler Moğollardan bahseder çok kısa zamanda çok büyük topraklara hâkim oldular diye fakat iki asır kadar sürmüş bir şeydir Moğolların hareketi. Şimdi, İsmet Özel’in de sıklıkla belirttiği gibi İslam’ın yayılışı haritasında, haritalarında Anadolu toprakları İslam toprakları olarak görünmez henüz. Yani bu başka bir vetire idi. İslamiyet, yani asli manasıyla tarih, doğuda ve batıda oralarda yaşayagelen topluluklar arasında yayılıp, o toplulukların, boyların İslam ile şereflenmesi neticesinde birer kavim haline gelmeleri ve tarihle karşılaşmaları, tarihte bir yer almaları şeklinde bir cereyan olarak bunu düşünebiliriz. Bu İslam’ın yayılması dediğimiz hadise. Fakat Anadolu, küçük Asya topraklarının İslam toprakları olması Türklükle alakalı bir şey. Türkler, tabii Abbasiler zamanında bilhassa, yani oradaki o topluluklar İslam olmak suretiyle birer güç haline geldiler, birer unsur haline geldiler ve bu Abbasiler zamanında daha belirgin hale geldi.
Yani Türk adlandırması aslında İslam’la beraber canlanan bir adlandırma ve çok genel bir ifade aslında. O topraklar genel olarak Türklerin yaşadığı yerler şeklinde tarif ediliyor. Zaten, yani her bir unsur kendi ismiyle tarihte yer alıyor. İşte Karluklar diye birileri çıkıyor, Karahanlılar, Oğuzlar falan bir sürü yani hepsinin adı var kendine mahsus. Yani Türk demek nasıl ki o zamanın içinde genel bir şey idiyse, bu, tarih içerisinde muhafaza olunmuştur. Bu bugün de öyle hâlâ zaten. Yani Türk olan biziz aslında, sadece Türk ismine sahip olan. Hâlâ o İran’dan öte taraflardaki insanların kendi kavmî isimlendirmeleri var. Şimdi bu bir kırılma aslında tarihte yani Küçük Asya’nın İslam’a açılması ve birkaç asır içerisinde İslamlaşmak suretiyle Türk vatanı haline gelmesi. Daha önce bu topraklarda Bizans vardı. Roma-Bizans hakimiyeti söz konusuydu. Buralarda belli bir tarih yükü vardı. İşte o bozkırlarda İslam’la tanışan kavimlerin hikayesi gibi değildi. Mesela Göktürklerden bahsediyorlar. Mesela Göktürkleri Bizans kaynaklarından okuyorsunuz. Bizans’ı Göktürk kaynaklarından okumuyorsunuz. Göktürklere delil getirmek için vesaire Bizans kaynaklarına bakıyorlar. Yani bir tarih yükü ile tarihin Allah kelamının, İla-i Kelimetullah uğrunda savaşan insanlar eliyle karşılaşması vuku buldu. Dolayısıyla burada İslam’ın yayılması sürecinden farklı olarak başka bir şey vuku buldu. Ve Türklük dediğimiz şey bununla alakalı bir şey. Bir defa İslam sebebiyle tarih sahnesine çıktı Türkler ve bilhassa da Küçük Asya’nın İslamlaşması sebebiyle bir yer edindiler. Yani tarih sahnesine çıktılar ve orada bir yer edindiler. Şimdi İslam’dan önce bir Türk’ten bahsetmek mesela Fransız olmamış bir Napolyon’dan bahsetmek gibi bir şey. Yani Fransız olmasaydı Napolyon kimse Korsikalı Napolyon diye birisini tanımayacaktı, ilgilenmeyecekti. Tarihte böyle bir espri var. Ay yıldızın İslam’ın sembolü olmasını da düşünebiliriz bununla beraber. Yani ay yıldız o sentezin bir ürünüydü Bizans’ta. Mitolojik karakterle Hristiyanlığın bir sentezi gibiydi. Biz onu İslam’ın sembolü haline getirdik.
Biz tarihin kendisinden uzağız, kendi tarihimiz değil bizim içinde bulunduğumuz tarih de kendi tarihimiz değil. Tarih olarak anladığımız şey de kendi tarihimiz değil. Bunu İslam ile hicret ile başlatmazsak hiçbir şey anlamamız mümkün değil. Zaten biz hicri takvim kullanıyorduk yani hicri takvimdi bizim takvimimiz, kullanıyorduk demek de biraz hafif kalıyor. Yani başka bir takvimimiz yoktu. Kurgu bir şeyin içerisinde yaşıyoruz bugün. Eğer siz 2024 yılında yaşadığınızı ikrar ediyorsanız zaten tarihinizin de zımnen, alenen veyahut da 2024 yıllık olduğunu kabul ediyor oluyorsunuz. Dolayısıyla İslam’dan önce Türk’ün olmasını düşünmek şaşırtıcı bir şey değil. Madem 2024 yıllık tarih, niye o ara da boş kalsın, o arada da Türkler olsun, hatta tarihten önce de olsun. Tarihten önce varız tarihten sonra varız deniyordu Onuncu Yıl Marşı’nda. Kendini tarihe vermekle tarihten önce varız, tarihten sonra varız demek arasındaki farka da dikkat çekmek istiyorum.
Daha sonra Batı medeniyeti diye bir şey tanıdık biz, bütün dünya. Yani Mesela el-Ömeri diye bir müellif var. Onun epey ciltten müteşekkil bir eseri var, üçüncü cildinde sanırım İslam diyarlarını anlatıyor. 1300’lü yıllarda yazılmış Hristiyan takvimine göre, 1300’lü yılların ortaları sanırım. Gaza beyliklerinden de hususen, teker teker her birisinden bahsediyor. Onlara dualar da ediyor gaza ettikleri için. Orada bir bahis vardı mesela, doğu mu daha üstün batı mı diye bir başlık var. Tabii yani ben ilgi çekici buldum başlığı görünce, nasıl bir şeyden bahsediyor olabilir diye. Bahsettiği şey batıdaki İslam nüfuzuyla doğudaki İslam nüfuzunu karşılaştırıyor. Yani doğu mu daha üstün batı mı sorusunu tartışıyor. İşte kendi reyi de doğudan yana, doğudaki gücün daha etkili olduğundan yana. Yani o tarihlerde batı, doğu denildiği zaman bu anlaşılıyor.
Batı medeniyeti Türklerin baskıları sebebiyle bir kapitalist medeniyet olarak doğdu. Yani biz 500 sene bir düzen sürdük bu topraklarda. 1571’in ardından, Lepanto’nun ardından onlar kendi medeniyetlerini yükseltmeye başladılar. On yedinci Hristiyan asrına dâhiler asrı denildi. İşte on sekizinci yüzyıl aydınlanma yüzyılı. Ama on altıncı yüzyıl için böyle bir şeye rastlamadım. Şöyle toparlamak istiyorum konuşmamı: Bir hadis-i şerifte; onlar bir keler deliğine girseler siz de gireceksiniz, deniyor. Bugün bütün insanlar olarak, bu ifsat edici medeniyetin hakimiyeti altında yaşayan bütün insanlar olarak o deliğin içindeyiz. Onlar bir keler deliğine girdiler, biz de peşine girdik ve bütün insanlar sıkışmış vaziyetteyiz orada. Buradan ancak toparlanmamız suretiyle bizim, biz Türklerin çıkabileceğine inanıyorum ben şahsen. Burada bir tarih vuku buldu, bu topraklarda, bunu geri çevirmeye çalışıyorlar. Yani kendi kaybettikleri şeyi geri elde etmeye çalışıyorlar. Fakat tarih bitmedi çünkü İstiklâl Harbi bitmedi. Yani bizim bu çaba karşısında toparlanıp, temizlenip, kendimize gelip kendimizi, kim olduğumuzu idrak edip hiçbir yere gitmememiz lazım. Kendimizi ancak böyle tarihe verebiliriz, ancak böyle hakikate erebiliriz. Allah bize o zamanı nasip etsin. Teşekkür ediyorum dinlediğiniz için.
Gökhan Göbel:
Biz de Sakarya temsilcimiz Bahadır Karadağ’a teşekkür ederiz. Şimdi mikrofonu konuşmalarını yapmak üzere umum muhasibimiz Oruç Özel’e veriyorum.
Oruç Özel:
Selamun aleyküm. Panelimizin ismi “Toparlanın Gitmiyoruz”. Şimdi bu ilk duyduğunuz zaman, ben yirmi iki yaşındaydım. Çok heyecan verici bir şeydi benim için. Birincisi bir emir “toparlanın”, ikincisi “gitmiyoruz” o da bir emir. Ama “gitmiyoruz” derken aynı zamanda bir meydan okuma var. Başkalarına söylüyoruz yani hem “gitmiyoruz” diye. Kendimize söylüyoruz, bir de gitmemizi isteyenler var belli ki onlara söylüyoruz. İsmet Özel’in 2001 senesinde, İstanbul’da ilk toplantısını Cemal Reşit Rey salonunda yaptığı zaman muazzam bir kalabalık vardı. O gün orada olup bugün burada olanlar da vardır ama genç arkadaşlarımızın çoğunun olmadığını tahmin ediyorum. Üzerinden takriben bir sene -işte tam ayını söyleyemeyeceğim- bir zaman geçtikten sonra bu toplantılar silsilesi yine İstanbul’da yapılan bir toplantıyla vuku buldu, bitti. “Toparlanın Gitmiyoruz” da ben kendi genç kafamda o zaman için ne anladığımı size nakledeyim. O toplantıları dinleyen insanlar, “İsmet Özel ne diyor?” diyorlardı, çünkü bir heyecan uyandırıyordu. Bir de Toparlanın Gitmiyoruz konuşmalarını hiçbir yerde bulma imkânımız yoktu. O zaman ne toplantıların yapılmasını sağlayan dergi yayınlıyordu ne de başka bir yerde neşrolunuyordu. Hiçbir yerde. Toplantıya gittiniz gittiniz, gitmediniz hiçbir şekilde kısa bir süre sonra acaba ne dendi diye bulma, dinleme, kaydını izleme gibi bir imkânınız yoktu o zaman için. İnsanlara 11 Eylül 2001 tarihinden sonra Türkiye’de Türk olmak Müslüman olmak hususunda uyanma çağrısı yapıldığı kanaati bende oluştu toplantıların bir senelik cereyanında. Ne oldu toparlanın gitmiyoruz, toplantının sonunda? Ben size bir hasılasını söyleyebilirim. Mesela Konya şubesi var İstiklâl Marşı Derneğinin.
Bugün bu toplantıda sizlere İstiklâl Marşı Derneğimizin bir tüketim kooperatifi var, o hususta bir şeyler nakletmek istiyorum. Çünkü “Toparlanın Gitmiyoruz” dediğimiz zaman bir takım pratik neticeler almak üzere de bahsetmek icap eder diye düşündüm. 1437 senesinin Ramazan ayından sonraydı, bir tüketim kooperatifi kuralım istedik İstiklâl Marşı Derneği olarak. Ben de umum muhasibiyim, o zaman da umum muhasipdim. Müsebbibi de benim, ilk sorumlusu da. Hala müsebbibi benim Pazar Ola’nın. Pazar Ola nedir? İsminde bir pazar var. İstiklâl Marşı Derneği’nin İstanbul şubesi Eyüp’te bir adreste, o aynı adresin caddesinin biraz ilerisinde bir kooperatif. Burada işte evinize alıp yemek pişirmek üzere götüreceğiniz mamulleri bulabiliyorsunuz. Bu bahse gelmeden önce neden Pazarola’yı kuralım istedik? Sebebi tabii ki yine Fahri Genel Başkanımızın uzun bir konuşmasını da yaptığı tabir olan “Milli pazar olmadan Milli birlik olmaz” tabiri, sloganı. Burada bir milli birlikten bahsediyoruz. Neden? Türkiye’de bir milli birliğimizin olması lazım. Bir Türk hayatımızın olması lazım. Kendi kendimize yetebildiğimiz bir Türk vatanımızın olması lazım. Esas gayemiz budur. Yoksa milli pazar gayemiz değil. Gayemiz aslında Türk vatanının devam etmesi. Türk vatanının -biz İstiklâl harbi bitmedi dediğimiz için- devam etmesi hususunda da ısrar ediyoruz. Bunun da ön şartlarından bir tanesi Milli Pazar'ın olması. Buna önayak olacak, bir “ne teşkil edebiliriz”in sonucu olarak bir Pazarolamız var.
Milli pazar dediğimiz zaman, bir kooparatif var sanki bir iktisadi kurumdan, iktisâdi teşekkülden bahsediyormuşuz gibi bir hava cereyan ediyor. Halbuki değil. Milli pazar dediğimiz zaman bu milli pazardan kastettiğimiz şey nasıl para kazanılır hususunun çok ötesinde bir şey. İktisadi veçhesi bunun azımsanacak tarafı. Çünkü milli pazar dediğimiz zaman bizim bize olan muhtaciyetimizden bahsediyor olmamız lazım. Yani Türkiye’de, Türk vatanında, biz Türklerin birbirimize muhtaç olduğumuz, birbirimize sırtımızı dayayabildiğimiz bir hayat nizamı tesis ettiğimiz takdirde bir milli pazardan bahsedebiliriz. Mesela biz nehirlerimizi birleştirip bir ulaşım sistemi yapmaktan bahsediyoruz. Böyle bir emelimiz var İstiklâl Marşı Derneği olarak. Bunu yapabilmek üzere yaptığımız her şeyin de bu milli pazara hizmet ediyor şeklinde olmasını düşünüyorum, milli pazar dediğimiz zaman.
Bu pratik bir şey olsun istedik, Pazar Ola kurulduğu zaman yaptığı faaliyetin. Ben çocukken hayat bilgisi kitaplarında Türkiye'nin kendi kendine yetebilen ülkelerden biri olduğu yazılıydı, ben çocukken dahi. Şimdi böyle bir ifade yazılıyor mu? Yok. Zaten kendi kendimize yetebiliyoruz dediğin zaman da aslında karnımızı başkasına muhtaç olmadan doyurabiliyoruz manası çıkıyor bundan. Yani şimdi İnsanlara “Karnını doyurmak senin için yeterli oluyor mu?” diye sordukları zaman işte ama telefon ama otomobil gibi şeyler söylüyorlar, “bunlar da var sadece karnımı doyurmak meselesi yok” gibi bir durum söz konusu oluyor. Halbuki burada biz sadece kendi kendine yetebilirlik dediğimiz zaman aslında üç aşağı beş yukarı bütün dünyada bu teknolojik cihazların veya işte bu kocaman salon… Örnek vermenin bu tür konularda beni çok tehlikeye sokabileceğini düşündüğüm için pek örnek vermek istemiyorum ama bir salonda oturuyoruz. Bu salonda işte ses tertibatı var, sizin oturduğunuz koltuklarla tefriş edilmiş. Bunların yapılmasının milli Pazar içinde mi dışında mı yoksa kapitalist sistemin bir parçası mı oldukları hususunda da düşünmemiz lazım. Ama dönüp baktığımızda çok basit örneklerle de esasen bütün dünyada asıl olanın insanların hayatlarını idame ettirebilmeleri için karınlarını doyurabilecek yeterliliğe sahip olmaları hususundan çok ileri gitmediğini görebilirsiniz. Ki bu vereceğim şimdiki örnek sizi de büyük ihtimalle tatmin edecektir. İşte bu Rusya Ukrayna savaşı diye tabir edilen şeyde tahıl koridoru olmadığı zaman yani bir yerlere o tahıl gitmediği zaman işlerin yürümediğini hepimiz görmüş olduk.
Bizim Pazarola’yı kurduğumuz zaman dediğimiz şey şuydu: Türk evinde ne pişmeli, ne pişmemeli? Bununla alakalı bir hususiyet söz konusu olsun istedik. Dolayısıyla o zaman karşınıza şu çıkıyor, bir Müslümanın evinde nasıl yaşanması lazım? Yani bir Müslümanın sofrasında ne olması lazım, ne olmaması lazım? Sonra az yemek, çok yemek hususu da bir bahis konusu, söz konusu oluyor o zaman. Tamam, karnımızı doyuralım ama biz kendi kendimize yetelim dedik ama bizim aslında bundan bahsettiğimiz şey de şu kadar adamız Türkiye'de yaşayan, bu kadar adam için ne kadar yemek lazım gibi bir şey insanın aklına geliyor. Yani gavur gibi karnı doyurmadığınız zaman aslında her şekilde kendimize yeteceğimiz bir durum söz konusu oluyor. Bir şeyleri kaybetmedik aslında. Elimizde her şey var. Biz aslına bakarsanız çok uzun süredir, yüzyıllardır, asırlardır aynı şekilde besleniyoruz, yiyip içebiliyoruz.
Bunu ben, ilk defa söylemiyorum, bu zaten bilinen bir şey. Ne hususunda. Şimdi biz yazın Türk Milleti olarak belki binlerce senedir bu topraklarda -binlerce sene olmuyor tabi yüzlerce senedir diyelim- yazın bir mahsul elde etmişiz. Bunları da kışın yiyebileceğimiz şekilde saklamayı becermişiz. Tarhana yapmayı becermişiz, bulgurumuz var, kuru bakliyat dediğimiz şeyi biliyoruz, hala yapıyoruz. Ama bunların elimizde olduğunu bilerek, aslında bunların bizim için bir avantaj olduğunu bilerek yaşamamız gerektiğini düşünüyoruz. Neden? Bakın Avrupalılar sömürgeleri olduktan sonra karnını doyurabilecek hale gelmiş insanlar. Yani tabi bunda Türk korkusunun da etkisi de var. Türklerin artık gelmeyeceğine inandıktan sonra yani Lepanto’dan sonra tamam bir şeyler yapmaya başlamışlar ve yaptıkları, geliştirdikleri şeylerle sömürgeler elde etmişler ve onlardan getirdikleri her ne varsa bununla karınlarını doyurabilmişler. Yani zaten Avrupalılar iklim bakımından elverişsiz, toprağı da verimsiz bir alanda oldukları için karınlarını da doyuramaz halde idiler. Akılları da dediğim gibi işte bulgur yapmaya yetmiyordu, hiç de yetmemiş bugüne kadar bunların. Söz konusu olmamış.
Şimdi biz Pazarola’yı kurunca dedik ki, evet bizim elimizde bunlar zaten vardı. Var olan şeyin devamını sağlayalım. İşte bu devamı sağlarken de biraz önce bahsettiğim gibi sırtını birbirine dayayacak insanlar olabileceğimiz bir noktaya gelebiliriz. Yani bugün Türkiye’de tarhana yapıyor, bulgur yapıyor, kuru fasulye, nohut yapıyorsak veya işte diğer her neyimiz varsa bunları İstanbul'a taşıyabiliriz ve burada başta kendi dernek üyelerimiz olmak üzere insanların alabilecekleri hale getirebiliriz dedik. Bu hiç yapılmayan bir şey değil, tabii ki yapılıyor, elbette. Ama bunu aynı zamanda bir strateji, bir siyasi görüş olarak ortaya koyup bunun propagandasını yapma meselesi İstiklâl Marşı Derneği için mili birliğin kurulmasının şartı olan milli pazar hususunda bizim için bir görev idi.
Baktık, ettik… bizim Kahramanmaraş’ta şubemiz var, Şanlıurfa'da şubemiz var, Gaziantep'te şubemiz var, Adana'da şubemiz var, Konya'da şubemiz var ve buralardan birçok ürünü İstanbul'a getirip burada insanların istifadesine sunabileceğimizi düşündük. Burada da mesele aslında kim hilesi hurdasız ne üretiyor? Ve bu adamın aynı zamanda desteklenmesi söz konusuydu. Yani o adam bunu yapmaya devam etsin ve hiçbir şekilde hile hurdaya bulaşmak durumunda kalmasın. Bizler de onu temin edip alan insanlar için bu sürekliliği sağlayabilelim. Bu şartı sağlamak yoluyla kendimiz için bir örnek teşkil edebilecek bir pazar kurabiliriz diye bu girişimde bulunduk.
Şimdi dönüp baktığımız zaman Türkiye'de ticaret hayat dediğimiz şeyin herhangi bir Türk hayatına bitişik, Türk hayatıyla örtüşen bir tarafı var mı diye sorulmayan bir durum olduğunu görüyoruz. Ticaretle uğraşan arkadaşlar varsa aranızda onlar da bana hak vereceklerdir. Hiç kimsenin ticaret yaparken bu yaptığı işin Sünnet’e uyup uymadığı hususunda bir öngörüsü olmuyor.
Bir menfaat yani para kazanmak üzere bir menfaat elde etme hususunda “Ben paramı kazanayım, nasıl olursa olsun kazanayım diye” düşündüğü takdirde, durumda kapitalist sistemin hem dışına çıkamadığı gibi hem de buna su taşıyan bir durumda oluyor. Her kim ki menfaat elde etme hususunda paranın dışında bir milli birlik, milli varlık göz önünde tutuyorsa bu da kapitalizm dışında olan bir tutum olmuş oluyor. Dolayısıyla Türkiye'de işler benim bahsettiğim milli pazarın kurulması hususunda kolaylık sağlayacak yönde akmıyor, gitmiyor. Gitmedi de. Ama bu yapılamayacak bir şey değil.
Şimdi biraz önce Sayın İkinci Başkanımız dedi ki; Macar Başbakanı hem at hediye etmiş hem de savaş atları beslediklerini Macaristan'da söylemiş. Ben buna ilaveten bir şey söyleyeyim. Bugün kendinize bir Türk yayı almak isterseniz, bu Türk yayını size, iyi bir Türk yayını ancak Macaristan'dan ithal olarak verirler. Bende bir tane var. Aradık ve burada yok. Burada Türkiye'de yapılmıyor. Macarlar aynı zamanda bizim Türk yayımızı yapıyorlar yani. Geleneksel yay diye ifade edilen şeyi de yine Macarlar yapıyor. Devam ettiriyorlar yani, kalite kalite, işte çeşit çeşit bulabiliyorsunuz. Şimdi bu, dediğim gibi, biraz önce dendiği gibi hatta, öngörmememiz gereken bir şey. Yani böyle olmasın diyeceğimiz bir şey.
Pazarola’ya gelebilecek olursak buradan, biz baktık ki ürün gamımız belli bir noktadan sonra ilerlemiyor. Çünkü bu biraz önce çizdiğim şartlar söz konusu olunca yani Türk hayatını, Türk mutfağını bildiğiniz zaman belli bir yerden sonra zaten daha fazlasına ihtiyacımız olmadığını görüyoruz. Yani biz Adana'dan salça getirtiyoruz, Adana şubemizdeki arkadaşlar yapıyor. Maraş’tan getiriyoruz. Antep'ten bazı baharatlar alıyoruz. Zeytinyağı yapıyoruz yine dernek üyelerimizin vasıtasıyla. Bunlar ve birçok şeyler aslında karnımızı doyurmak için yetiyor. Çünkü yani Hz. Ayşe'den rivayetle “aylar olur ki evimiz, ocağımız tütmezdi.” Diyor yani hiç ateş yakmazlarmış. Sadece hurma su olurmuş yedikleri şey. Yani yemek yapmadıkları için ateş yakmadıkları aylar olurmuş. Dolayısıyla biz burada belli bir yeterli noktada olabileceğimizi görüyoruz, gördük. Buna da sizleri davet ediyoruz. Bu hususta da tabii kadınlara daha çok vazife düşüyor bunu talep etme hususunda. Çünkü Pazarola'da nelerin var olduğu, nelerin var olmadığından daha önemli, düzeltiyorum: Nelerin var olmadığı, nelerin satılmadığı, nelerin satıldığından daha az ehemmiyetli değil. Yani paketlenmiş gıdalar gibi şeylerin Pazarola'da olmaması bizim Adana'dan getirdiğimiz, Adana şubemizin yaptığı biber salçasının satılıyor olmasından daha az ehemmiyetli bir şey değil Pazarola’da.
İstiklâl Marşı'na müracaat ettiğimiz zaman bir talimat, bir çıkış yolu her zaman buluyoruz. Yani “Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar? / ‘Medeniyet’ dediğin tek kişi kalmış canavar?” mısraları milli pazar olmadan, milli birlik olmaza bizi de götürüyor.
Ben teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için ve dediğim gibi bu husustaki siyasetimize hepinizi davet ediyorum. Teşekkür ederim tekrar.
Gökhan Göbel:
Biz de umum muhasibimiz Oruç Özel’e Teşekkür ediyoruz. Size de teşekkür ediyoruz, dinlediğiniz için. Toplantımız hitama ermiştir.
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
Selâmün aleyküm. Burada gerçekten dostlarım arasında olduğumu hissediyorum. Bartın’a ilk defa geliyorum ve benimle beraber gelip de burada misafir edilen ve bir de İstiklâl Marşı Derneği’nin Bartın Şubesi açılmadan önce de Derneğimizin üyesi olan arkadaşlar dışında kimseyi tanımıyorum;
Oruç Özel:
Selâmün aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. “Sınıf Bilinci” adlı panelimiz için bugün burada toplandık.